“Adana’daki duyarsızlık hiçbir yerde yok” diyordu biraz kızgın, biraz sitemkâr bir ses tonuyla…
Vurdumduymaz insanların çok olduğu bir kentte yaşıyor olmak ağrına gidiyordu.
İstediği sadece biraz duyarlılıktı.
İnsanların toplumsal olaylara görmezden gelmesini, kent için iyi bir şeyler yapılmamasını, yapmak isteyenlere destek olunmamasını hatta, yapmak isteyenlerin engellenmesini hazmedemiyordu.
Haklıydı.
Vurdumduymaz insanların çok fazla olduğu bir kentti Adana.
Hemen herkes aynı şeyden şikayet ediyor ancak şikayet edenlerin çoğunluğunun da duyarlı olduğu söylenemez ne yazık ki…
Aynı anda kaldırımın sol tarafında birinin 200-300 bin liralık bir ciple kentte tur atarken, kaldırımın sağ tarafından 3-5 balon, sakız ya da süpürge satıp kazanacağı 5-10 lirayla evine ekmek götürmek isteyen bir adamın ne kadar duyarlı olabileceğini sordum.
Adana’da binden fazla 1 milyonun üzerinde değeri olan konutlarda oturan insanın olduğunu, buna karşılık günlük 5 lirayla bile geçinen insanların olduğunu anlattım.
Hangisinden ne duyarlılık beklenebileceğini sordum?
Adeta para havuzunda yüzen pek çok insanın kentteki işsizlikle, çarpık yapılaşmayla, trafik sorunuyla ya da suça bulaşmış çocuk sayısının her geçen gün artmasıyla ne kadar ilgili olabileceğini sordum.
Sonra da tek derdi evde bekleyen, çocuklarına, eşine ekmek parası götürmek zorunda olan bir insanın toplumsal olaylara, kentin ulaşım, otopark, çarpık yapılaşma, sosyal sorunlarına ne kadar duyarlı olabileceğini sordum.
Bu kentte yaşayan insanların gelir düzeyi arasındaki uçurum her geçen gün derinleşirken herkes kendi dünyasında yaşıyor. Bazıları da yaşamak zorunda kalıyor. Öncelikleri yaşadıkları yaşam standartlarına, statülerine, kaygılarını göre değişiyor.
Gelir düzeyine paralel olarak adaletsizliğin boyutları da her geçen gün genişliyor.
Adaletin olmadığı bir kentte yaşamak insanlardaki vurdumduymazlığı tetikleyen bir unsur değil de nedir?
Bir yanda ağır koşullar altında her gün çift mesai yapıp asgari ücretin üzerinde gelir elde etmeye çalışanlar, bir yanda da işe dahi gitmeden, emek harcamadan, ay sonunda sadece ATM’ye giderken yorularak binlerce lira kazanan insanların olduğu bir kentte duyarlılık beklemek ne kadar mantıklıdır?
Kapitalizmin insanları değirmen gibi öğüttüğü bir kentte hangi konuda duyarlılık beklenebilir.
İdealist duyguların yerini oportünizme bıraktığı, tek amacın “çıkar” haline geldiği, asalak gibi yaşamların türeyip kanser hücresi gibi yayıldığı, emeğin para etmediği, yalakalığın, rezilliğin baş tacı edildiği bir kentte duyarlılık beklemek ne kadar doğrudur ki?
Umudundan, inancından geriye bir şey kalmamış, kader diyerek boyun eğmiş, namuslu, dürüst, ahlaklı bir yaşamın açlıkla eşdeğer olduğunu yaşarak görmüş insanların memleketinde kimden hangi duyarlılığı bekleyebiliriz?
Bu düzenin değişeceğine inanması gerek insanların.
Ufukta bir ışık görmelerini ve o ışığa doğru yürümelerini sağlamak gerek.
Tutunacak bir dalları, yaşamda bir amaçları olmalı insanların.
Tüm bunlar elbette ki yoksulluğu iliklerine kadar yaşayan, bedenlerinden önce ruhları yaşlanmış, çökmüş insanlar için geçerli.
Diğer grup için diyecek çok fazla bir şey yok.
Sohbet ettiğim kişinin asıl tepkisi de tuzu kuru grup içindi aslında.
Bu kentin nimetlerinden sonuna kadar yararlanıp dünyaları kazanan ve bu kente hiçbir katkı koymayanlaraydı o tepki.
Diğer grubun avucundakinin yarısını paylaşabileceğini çok iyi biliyordu.
Her şey insanın vicdanıyla ilgili.
İnsanoğlu bir çok şeyi yaşamadan öğrenemiyor.
Yaşamak gerekiyor çoğu zaman.
Düşmek, kalkmak, varlığı da yokluğu da yaşamak gerekiyor bazen.
Ve unutmadan bu dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamış, kime kalacak?
İş işten geçmeden bir karar vermek gerek.
Ben duygusuyla yaşayanların küçük dünyası mı biz duygusuyla yaşayanların evreni kaplayan dünyası mı?
Yanıt içinizdeki seste, yani vicdanınızda.