Dürzi lider Emir Şekip Aslan ın “ Eğer, Trablusgarp'ı koruyup savunamazsanız Lübnan'ın hurma bahçelerini de koruyamazsınız” sözü karşısında bir avuç Osmanlı subayı İtalyanlara karşı Trablusgarp’ı korumak için harekete geçtiler. Bu taleplerini Osmanlı sarayına ilettiler. Aldıkları cevapta “ Sizleri bağlı bulunduğunuz ordu kadronuzdan izinli sayarız. Eğer savaşı kazanırsanız Zafer devletin hanesine, yenilirseniz sizin hanenize yazılmakla sizi tanımayız” diyerek kazanırsanız bizden kaybederseniz sizden diyerek bir cevap verdi. Ancak sarayın bu tavrına rağmen Osmanlı subayları Trablusgarp’ı vatanın bir parçası sayarak kaçak yollardan gittiler. Devletin subayları vatan için bir anda fedaiye dönüştüler. Elbette hepsinin adını burada yazmamıza olanak yok. Ancak belli başlı kişileri günümüze emsal olması açısından yazmakta fayda var diye düşünüyorum. O zamanlar Trablusgarp’a her şeyi göze alarak gidenlerden bazıları şunlar; şehzade Osman efendi, Enver paşa, Mustafa Kemal, fethi Okyar, Nuri Conker, Kazanlı alimlerden Abdürreşid, İbrahimov, Kuşçubaşı Eşref ve ismi şu an meçhul olan bir çok fedai vardır.
Yukarıdaki olayı anlatmamın sebebi bugünlerde ikdidar ve muhalefet arasında Libya yani Trablusgarp konusunun tartışılıyor olmasıdır. Muhalefet orada ne işimiz var derken ikdidar ısrarla orada bulunmak gerektiğini savunuyor. Konu siyasi bir mesele ancak sadece siyaset demek eksik kalır. Aslında konu siyasi jeopolitik bir mesele. Ak partinin jeopolitiği kuzey Afrika’yı da kapsarken CHP nin jeopolitiği ise sadece ülkemiz sınırıyla sınırlı. AK parti bunu tarihten gelen bir sorumluluk olarak üstlenirken CHP ise Atatürk’ün yurtta sulh cihanda sulh sözünün düsturuyla uzak kalmayı tercih ettiğini söylüyor. Bizim o coğrafya da tarihten gelen bir sorumluluğumuz var. Ancak ülkemizde ve dünyada barışı sağlama görevimizde var. Fakat barışı sağlamak demek hiçbir şey yapmadan hiçbir şeye karışmadan öylece oturup kalmak demek değildir. Unutulmamaıldır ki bazen barış savaşarak elde edilir.