Sabah apartmanın çıkışında karşılaştık komşumuz Tevfik amcayla. Daha ‘Günaydın’ bile demeden, ‘75 yaşındayım böyle rezalet görmedim’ diye girdi söze. “Beni Adana’dan alıp Selimiye Kışlası’na götürdüler günlerce sorguladılar. Suçsuzdum ama ‘Şikayet’ var dediler. Sorgulamadan sonra serbest bıraktılar. Nedenini sordum. ‘İhtilal yaptık bize suçlu lazım’ diye cevap verdiler. Benim gibi suçsuzu alıp Selimiye’ye götürüyorlar, yolsuzluk yapanlar cirit atıyor. Ülkeyi ne hale getirdiler. Atatürk olsaydı bunları eline bir alırdı…” Gerisini siz düşünün artık. Anladığım kadarıyla son yapılan yolsuzluklara ve operasyonlara çok canı sıkılmıştı Tevfik amcanın. Verip veriştiriyordu. İşyerine geldim. Bu kez bir arkadaşım Türkiye genelinde gazetecilerin emniyet müdürlüklerine girişinin yasaklandığını söyledi. Emniyet Genel Müdürlüğü açıklama yapmış, gazetecilere de mail atılmış. Yani ‘Bundan sonra bizden size haber yok’ demeye getirmişler. Bilgi kirliliği yasakla yıkanır mı?. Gazeteci çağının tanığıdır. Tarihe tanıklık edenleri nasıl yasaklarsınız?. 1980’li yıllarda Tevfik amcaya verilen ceza ile şimdi gazetecilere uygulanan giriş yasağı arasında ne fark var?. ‘İhtilal yaptık bize suçlu lazım’ ile ‘Yolsuzluk yaptık bize yandaş lazım’ gibi bir anlam mı çıkarmamız gerekiyor bu gelişmelerden?. Ya da “Selamün Aleyküm” dedik geldik, Devamın Aleyküm deyip yolumuza devam ediyoruz. İşimize karışmayın” gibi bir anlam da çıkarabilir miyiz?. Yolsuzluk iddialarından ve görevden alınmalardan sonra öyle bir ortam yaratıldı ki, aynı büroda çalışanlar bile artık birbirlerine şüphe ile bakar oldu. ‘Acaba bu benim görüntümü çekmiş midir?’ demeye başladılar. Askerimiz, polisimiz bizim gözbebeğimiz. Ülkemizi, güvenliğimizi, namusumuzu onlara emanet ediyoruz çünkü o görevdekiler bizim canımız, bir parçamız. Oğlumuz, kızımız, kardeşimiz, amcamızın oğlu, dayımızın kızı.. Bu çocuklar şimdi birbirlerine ‘Bu bizden’, ‘Şu onlardan’ gibi bir yol ayrımına mı girecek?. Güvenlik gerektiren dosyaları kimler saklayacak. Biz kimlere güveneceğiz?. Gecenin ayazında o sokak senin bu sokak benim diye gözünü kırpmadan devriye gezen ekipler, bir yerde çay içerken iki kelimenin belini kıramayacak mı, hiç muhabbet etmeyecekler mi?. ‘Acaba bir şey anlatsam amirime söyler mi?” diye birbirinden şüphe mi edecekler?. Bir ekipteki üç kişi bile birbirine güvenemez hale gelirse ya da getirilirse karakolda biz kime sığınacağız?. Bundan sonra, memurun liyakatine, üstün başarısına, emeğine ve gayretine bakılmaksızın ‘Bu bize yakın onu müdür yapalım’, “Bu işimize gelmez onu doğuya atalım’ mantığı ile mi hareket edilecek?. Hani 80’leri gördük, duyduk, yaşadık. Anlatılanları dinledik. Yasaklara, yasaklananlara tanık olduk. Acaba Osmanlı’da olsaydık… Padişahımız bir ferman yayınlayıp: “Duyduk duymadık demeyin!. Geziciler parka çıkmayacak… Gazeteciler haber yapmayacak… Polisler dosyalara bakmayacak… Göstericilere gaz sıkılacak, Rabiacılara göz yumulacak, Dershaneler kapatılacak… Canımızı sıkanların inlerine girilecek… Kunduracılar kutularını bizlere getirecek… Yoksullar yürürse karga tulumba ‘gözaltına’ alınacak… Zenginler yerse emniyete ‘davet’ edilecek… İleri gidenin kellesi kesilecek” deseydi ne yapardık. Neyse ki Cumhuriyet ülkesindeyiz. Demokrasi ile yaşıyoruz. Beraber yürüyoruz bu yollarda. Dün ölüm yıldönümüydü, onu andık. 23 Aralık 1930 günü İzmir'in Menemen ilçesinde, askerliğini yedek subay olarak yapmakta olan öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın ve yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki'nin şeriat isteyen bir grup tarafından öldürüldüğünü unutmayın!... Arabada şoför yok, ayağınızı denk alın, gelirsem döverim, derken… Gazetecilerin Emniyet’e girmesi de yasaklandı Anlayacağınız 12 Eylül’den bu yana... Devamın Aleyküm!