32. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde geleneksel Orhan Kemal Emek Ödülleri bu yıl, sinema ve dizi oyuncusu Mahmut Cevher’e, yönetmen ve yapımcı Biket İlhan’a ve yönetmen Yaşar Seriner’e verildi. Festival Yürütme Kurulu, Mahmut Cevher’e ödül verilme gerekçesini şu sözlerle açıkladı: “Samimiyeti, doğallığı ve üretkenliğiyle Yeşilçam’dan günümüze bir köprü kuran ve sinemamızda kalıcı bir yer edinen Mahmut Cevher’e bu ödülün takdim edilmesine karar verilmiştir.”
RÖPORTAJ: MEHMET ŞAHİN
Sinemayla tanışma hikâyenizi bizimle paylaşır mısınız?
Sinema dünyasına ilk adımımı bazı denemelerle attım. Örneğin, bir İtalyan filminde rol aldım. Ardından, Şerif Gören’in yönettiği ve Cüneyt Arkın ile Fikret Hakan’ın başrollerini paylaştığı “İki Arkadaş (Darbe)” adlı 1976 yapımı filmde oynadım. Aynı yıl, Ses Dergisi’nin düzenlediği yarışmada Türkiye birincisi seçildim. Yine 1976’da Orhan Aksoy’un yönetmenliğini yaptığı “Aile Şerefi” filminde rol alarak sinema kariyerim resmen başlamış oldu. Ancak sinema geçmişim zaman zaman kesintiye uğradı. Sektörde “porno” ve “şarkıcı-türkücü” furyası başlayınca, farklı dönemlerde iki kez sinemadan uzaklaşıp Avrupa’ya gittim. Bir dönem dizi filmlerinin 45 dakikadan 95 dakikaya çıkarılmasını protesto ettim. Yani sinema serüvenim “kesintilerle” devam etti.
SİNEMA DÜNYAYA AÇILAN GÖZDÜR
Güçlü bir anlatım aracı olarak sinemayı siz nasıl yorumluyorsunuz?
Sinema benim açımdan dünyaya açılan bir gözdür. Gördüklerini duygu ve düşüncelerini görsel bir dille topluma yansıtabilme sanatıdır.
SİNEMA YAPMAK ÇOK ZORLAŞTI
100 yılı aşkın bir geçmişe sahip Türk sinemasının bugün geldiği noktayı nasıl görüyorsunuz?
Türk sineması şu anda “kadük” durumdadır. (Kadük/TDK: Değerini, yitirmiş; geçerliliği ve hükmü kalmamış, eskimiş.) Yeşilçam diye bir sinema vardı. O dönemde hiçbir devlet desteği olmadan çok önemli filmler çekildi. Bana göre, Kültür Bakanlığı’nın ufak tefek yardımlarının başladığı dönemle birlikte sinemamız duraklama devrine girmiştir. Artık bireysel imkânlarla sinema yapmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Mutlaka bir yerlerden ekonomik destek almak gerekiyor. Paramızın değerinin düşmesi ve sinemada kullanılan tüm materyallerin ithal olması da maliyetleri ciddi şekilde artırıyor. Dizilerin özellikle “star” oyuncular üzerinden yarattığı abartılı ücretler de bu süreci olumsuz etkiliyor. Bugün sinema yapmak oldukça zorlaşmıştır. Öte yandan bu sanat dalına olan ilgi de azalmıştır. Tiyatro ve sinema biletleri oldukça yüksek fiyatlıdır. Aylık geliri 16 bin TL olan bir kişi sinemaya gidebilir mi? Alttan nitelikli insan kaynağı yetişmiyor. Futbolda dışarıdan oyuncu transfer etmek mümkün olsa da sinemada bu imkân yoktur. Sinemanın en kritik unsuru kaliteli bir senaryodur. Ancak bu alanda da sorunlar mevcuttur. Reyting alan dizilerin bir kısmını başka ülkelerden ithal ediyoruz ya da benzer yapıtlar üretmeye çalışıyoruz. Özetle, sinema ülkenin ekonomik koşulları doğrultusunda yol alıyor.
Oldukça karamsar bir tablo çizdiniz. Ama televizyon dizilerinde veya sinemada rol alan, gelecek vadeden çok sayıda parlak oyuncu var. Bu durumda umutsuz olmaya gerek var mı?
Fırsat verilirse elbette bu gençlerimiz güzel projeler ortaya koyabilir. Ancak şu anda çoğunlukla olgunlaşmış meyveler toplanıyor. Hiç tanınmamış ama yetenekli bir ismin başarıya ulaştığını gördünüz mü?
YEŞİLÇAM OYUNCULARI YOK SAYILIYOR
Türkiye’de 1950’lerde başlayıp 1980’lere kadar süren Yeşilçam sineması, en üretken ve parlak dönemini yaşamıştır. Yeşilçam’ın yıldızları bir bir aramızdan ayrılınca, bir dönemin kapandığı söylenebilir mi?
Evet, o devir kapandı; kapattılar çünkü… İşin kötü tarafı, yeni yapımcılar ve yönetmen arkadaşlarımız Yeşilçam oyuncularını adeta yok saymaya başladılar. Tekrar vurgulamak istiyorum: Her şeyden önce ülke ekonomisi düzelmelidir. Emekli, işçi ve memur maaşlarının iyi bir yaşam için iyileştirilmesi şarttır. Bunu yalnızca sinema açısından söylemiyorum. Tüm sektörlerin gelişmesi için bu gereklidir. Paran olacak ki senariste, yönetmene ve oyuncuya yatırım yapabilesin.
YEŞİLÇAM SİNEMASI YÜREKLE YAPILIYORDU
Ama Yeşilçam sineması, o zamanlar çok daha zor koşullarda yapılmıyor muydu?
Yeşilçam filmlerini insanlar yürekleriyle yapıyordu. Maaşlar yetersizdi, ödeme güçlükleri çekiliyordu; senetler falan veriliyordu… Buna rağmen yılda 300-400 film üretiliyordu. O zamanlar halkın başka bir eğlence aracı yoktu. Fakat en azında izleyicinin cebinde sinemaya gidecek kadar parası vardı. Şimdi insanlar kahvedeki arkadaşına çay ısmarlamayacak duruma geldi. İşte o gün ile bugün arasındaki fark budur. Kısaca sinemaya yatırım yapılmamasının ana sebebi ekonomidir. Kültür Bakanlığı belli oranda destek veriyor. Ama yeterli değildir. Bugün en kötü bir sinemanın maliyeti 20 milyon TL’ye ulaşıyor. Üstelik dijital sinema platformları da çok yaygınlaştı. Herkes evinde istediği filmi izleyebiliyor. Böyle olunca sinema salonuna gitmek için bir neden kalmıyor.
Mahmut Bey, şu anda rol aldığınız bir sinema projesi var mıdır?
Son olarak, yaşanmış bir baba-kız hikâyesini konu alan ve yönetmenliğini Ahmet Topuz’un, yapımcılığını ise Mustafa Uslu ile Kemalhan Balçık’ın üstlendiği büyük bütçeli ve önemli “Al Beni Baba” filminde yer aldım. Çekimleri yeni bitti, önümüzdeki ocak ya da şubat ayında vizyona girecektir.
Sinemanın geleceğine dair beklentileriniz ve umutlarınızdan söz edebilir misiniz?
Elbette umutlarım vardır. Umutsuz insan olur mu? Kişi umudunu kaybettiğinde zaten hayata tutunamaz. Ama ne zaman ve nasıl? İyi film projeleri için gelen teklifleri değerlendiriyorum. Daha önce de belirttiğim gibi, bu sanatta deneyimli olmak aslında pek kimsenin umurunda değil. İki-üç oyuncuya parayı veriyorlar, gerisi için ise ‘Allah kerim’…
Uluslararası 32. Altın Koza Film Festivali’nde Orhan Kemal “Emek” ödülüne layık görüldünüz. Böyle bir ödül almayı bekliyor muydunuz?
Ödül için sinema ve dizi oyuncusu arkadaşım Menderes Samancılar beni aradı. (O sırada aynı ortamda bulunan Samancılar, “İnce eleyip sık dokuyoruz. Yeşilçam’ın emekçilerine öncelik sırasına göre bu ödülü veriyoruz. Mahmut Cevher bu ödülü zaten çoktan hak etmişti”. dedi.) Sinemada yarım asrı geride bıraktım. 1981’de, Yaşar Kemal’in romanından sinemaya uyarlanan ve Osmaniye’ye bağlı Hemite Köyü’nde çekimleri yapılan Yılanı Öldürseler filminde rol aldım. Ben zaten Çukurova’nın bereketli topraklarına aşinayım. Sinemaya girdiğim yıllarda iki star yazar vardı; Yaşar Kemal ve Kemal Tahir. En çok onları okurduk. Orhan Kemal “emek” ödülüne layık görülmüş olmak beni ayrıca mutlu etti; çok gururlandım.
Altın Koza Film Festivali’nin Türk sinemasına katkılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Altın Koza, gerçekten “altın” değerinde bir etkinliktir. Sinemaya başladığım yıllarda Türkiye’de yalnızca iki festival vardı: Antalya Altın Portakal ve Adana Altın Koza Film Festivalleri. Altın Koza’ya uzun süre ara verildiğinde buna çok üzülmüştüm. Çukurova, ülkemizin gelişimi açısından çok önemli bir bölgedir. Türk sinemasının en değerli oyuncuları Adana’dan yetişmiştir. Oyunculuk açısından Adanalı olmak bir ayrıcalıktır. Altın Koza’nın yeniden hayatımıza dönmesi bizim için çok kıymetliydi. Orhan Kemal ‘Emek’ ödülünü almak da beni fazlasıyla onurlandırdı.
GÜNEY BİZİ İMRALI’YA GÖNDERDİ
Türk sinemasında iz bırakmış aktörlerden Yılmaz Güney ile olan arkadaşlığınızdan bahsedebilir misiniz?
Yılmaz Güney ile benim özel bir dostluğum vardır. Onu, senaryosunu yazdığı “Yol” filmiyle tanıdım. “Yol” filmi, başlangıçta Yönetmen Erden Kıral tarafından “Bayram” adıyla çekilmeye başlanmıştı. O dönemde rol almıştım. Çekimler sırasında Yılmaz Abi, Isparta Açık Cezaevi’ndeydi. Bir gün Yılmaz Abi, beni, rahmetli Tarık Akan’ı ve Aytaç Arman’ı İmralı’ya gönderdi. Ancak Tarık o gün bir sorunu vardı, bizimle gelemedi. Biz Aytaç Arman ile İmralı’ya gittik. Dönüşte bindiğimiz tekne batma tehlikesi geçirince bir gece orada kaldık. İmralı’da film için incelemelerde bulunduk. Gözlemlerimi Yönetmen Erden Kıral’a anlattım. Ama o dinlemedi mi, yoksa önemsemedi mi bilmiyorum. Yılmaz (Abi) Güney, sonra beni Adalet Bakanlığı Cezaevleri Genel Müdürlüğü’nden “İmralı, Armutlu ve Mudanya iskelelerinden çekim izni almak için” Ankara’ya gönderdi. Ne yazık ki izin alamadık. Cunda Adasında çekim yapmak mecburiyetinde kaldı. Bu arada sette İsviçreli gözlemciler vardı. Bu heyet “Bayram” filminin Güney’in istediği kalitede çekilmediğini raporladı. Bir gün oteldeyken Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney geldi ve “Bayram” filminin çekiminin durdurulduğunu söyledi.
GÜNEY’İN GİZLİ ELİ KOLU GİBİYDİM
Ben Yılmaz Güney’in dışarıda adeta gizli eli kolu gibiydim. Kimse de bunu bilmiyor. Güvendiği biriydim; birtakım konuları benimle paylaşırdı. Düşünün 50 yıl boyunca ben bunlardan hiç kimseye bahsetmedim. Bunu bütün sanat çevrem bilir; ben hiçbir zaman Yılmaz Güney ismini kullanmadım. 1980’li yıllar sinema için zorlu bir dönemdi. Öyle ki, bir filmde araba sollama sahnesi geçtiğinde Sansür Kurulu, “Sollamak derken ne demek istiyorsunuz?” diyecek kadar garip sorular yöneltirdi. İlk filmim “Aile Şerefi” Sansür Kurulu’nda çok fazla kırpılmıştı. Buna rağmen Moskova Film Festivali’nde ilk 5’e girmeyi başardı.
OYUNCULUKTA “DİKKAT” ÖNEMLİDİR
Bu sektörde ilerlemek isteyen genç sinemacılara ne gibi önerilerde bulunursunuz?
Öncelikle genç arkadaşlarımızın kendilerine şu soruyu sormaları gerekir: “Ben oyuncu olabilir miyim?” Çünkü oyunculuk sadece bir diploma ile yapılabilecek bir meslek değildir; yetenek de aranır. Sanat, doğuştan gelen bir Allah vergisidir. Bunun yanı sıra iyi bir araştırmacı olmak da önemlidir. Ben setlerde her zaman çevremdekilere şunu hatırlatırım: Oyunculukta en önemli nokta dikkattir. Yapacağınız işi iyi yorumlamalı, çekim sırasında konsantrasyonunuzu asla bozmamalısınız. Oyunculukta her rol ciddiyet ister. Sinema bir fabrikanın dişlileri gibidir. Çarklardan biri bozulduğunda bütün düzen aksamaya başlar. Küçük bir aksama bile setteki herkesi etkiler.
Son olarak eklemek istediğiniz bir husus var mıdır?
Umutlarımız var, inşallah gerçekleşir. Artık yaşımız ve yapabileceklerimiz bellidir. Dilerim ki ahir ömrümde, sağlığım elverdiği sürece mesleğimi yapmaya devam ederek bu dünyadan göçmek nasip olur. İnşallah o günleri yaşarız ve mutlu oluruz.
Yorumlar
Kalan Karakter: