MUSTAFA ÖZKE
ADANA (GÜNAYDIN) – Sabahın ilk ışıklarından gecenin zifiri karanlığına kadar hiç susmaz otobüs garajları… Gelenler, gidenler, ağlayanlar, gülenler.
Bir de yaşayanlar var
Bütün iliklerine kadar otobüs garajlarının kılcal damarlarını yaşayanlar.
Şair ve yazar Adnan Gül, Santral Garajı (Çek bir umut) adlı kitabında, bu damarların yüreğine yürüyor.
‘Zem ve Sahi’deki şiir yoğunluğu Santral Garajı’nda öyküye dönüşüyor. Kitabı okurken, kelimelerin güçlü bir şaire ait olduğunu çözmeniz zor olmuyor. Okurken, kitap sizi içine alıp sürüklüyor.
Filit Usta, ‘Bozo yol gözüktü’ dediğinde kulaklarınızda sanki tanıdık bir ses yankılanıyor. Hani bir yolculuğa çıkacaksınızdır, muavin seslenir ya; ‘Aşağıda yolcu kalmasın’ diye… İşte o ses!.
TELEF KAMPI
Kitabı elinize alıp arka kapağını okuduğunuzda, “Bir kentin tarihini, coğrafyasını, toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, insan tiplerini, atmosferini, doğal güzelliklerini, unutulan değerlerini, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini, herkes kendince görür. Tarihçi başka, coğrafyacı başka, turizmci başka, asker başka, öğretmen bambaşka bir gözle görür ve kendi bakış açısıyla yazmak ister. Ama bir yazar-edebiyatçı, kendince bir duyarlıkla yaklaşır kentine. Çevresine gönül gözüyle bakar. Kendisini değişik insanların yerine koyar, onların yüreğiyle de hissetmeye çalışır, öylece yazar… Yazar yazdığı zaman, birçok kimse o yazıda kendi duygularını, düşünüp de söyleyemediklerini bulur. Kendisinden önce yazılmış olanları da anımsamak ister… Bu düşünceden yola çıkarak, Adana'nın semtleri kaleme alındı. Okurla buluşan kitaplarımız hem Adana için bir ilk olması, hem de Adana'nın köklü kent halk kültürüne bir armağan olması açısından yüksek değer taşımaktadır.” diyor
Ve kitabı açıp okumaya başladığınızda o farklı bakış açısı, ‘Bu kitap, hayat güllerime ve yatılılara adanmıştır’ girişiyle sizi yatılı bir öğrencinin ‘telef kampına’ götürüyor.
ŞAŞKIN VAKTİN MECBURİ ELÇİSİ
Yaşanmış bir öykünün en ağır işçiliğini kelimelerine yüklüyor Adnan Gül…
Kitapta öyle bölümler var ki, duygu yoğunluğuyla alıp sizi çocukluğuna götürüyor: “…Anam pırıl pırıl bir cahil, babam daha bir aklını geçer sanan acılı bir adamdı. Belki babamdan dolayı bu söz hala kulağımda küpe ‘acı sözün ağrısı ömür boyuymuş.’. Gerçi ben geldiğimde, onlar da bir çeşit evcilik oyunu çocuklarıymış… Belki de ben, şaşkın vaktin mecburi elçisi gibi karışmışım aralarına… Daha o günden başlamış zor günler. Yedi yıllık beklentiden sonra, birden buluşup birden kaybettikleri ağabeyimin acısını bastırmak da bana düşmüş mecburen, acının şakaya dönüşebilme beklentisi de… Yine de okuyup yazmadan bütün canlıların yaşam hakkına saygılı, nasibini, kurttan, kuştan ayrı düşünmeyen, kuzu melemesini çocuk ağlamasından evvel duyan, Süleyman’dan çok diller bilen, anlayan, dinleyen anamın sessizliğiyle babamın şamatasını yan yana oturttukça, alemi analar kavlinde sevmeyi baş tacı ettiğimi varsın kimseler bilmesindi. Yılda iki kez uğradığım evimde ya hamile, ya doğurmuş bulurdum garibimi. O yedi canla zamanı başkaları için yaşayan adeta sessizlik anıtıydı, her gün yücelip yükseliyordu içimde. Çünkü anam taşları, ağaçları, otları, suyu, okur iken, ben ikiyle ikinin hiçbir zaman, hiçbir insan için bir şey etmeyeceğini bilemiyordum…”
RESMİYET PRANGASI
“Çektiklerimi silecek hiçbir silgi icat edilmemişti” diyerek, yaşadığı çaresizliği kitapta dile getiren Adnan Gül’ün şu satırları unutulacak gibi değil…
“…Yeşil pikabın üzerinde belirsiz bir yalnızlığa sürüklenir gibiydik. Arkamızdan dökülen suyla birlikte anamın gözlerindeki korku ayaklanmakla kalmamış, pikabın hızını da aşarak görebildiğim her yere benden evvel varıp yayılmıştı. Kapıldığımız her rüzgar meçhulüne götürüyordu bizi. Bildiğim o ki, üç yüz elli kız öğrenci içerisinde, tamamlama görevinin ehli, elli erkek çocuktan sadece en bakımsızı ve en küçükleriydim.
… Okul dedikleri yerde, yani üç resmi cümle karşılığında kişiliğimi kaybettiğimi hiçbir zaman unutamam. Hiçbir cümlenin dört dörtlük halinin, hiçbir rakamın toplamda beni insan edemediğini ama insanın açlıkla terbiye edileceğinin daniskasını bu musibet kamplarında toplanan bahtsızlarla birlik öğrendim.
… Kızını ziyarete gelen Zaza annenin diline vurulan resmiyet prangasını, bugün de çözebilmiş değilim. Elindeki cetveli silaha dönüştürme meraklılarını, özellikle tanımam biraz da bundan... Kulağına aldığı öğretmen sillesiyle ölen Selahattin’e sadece biz değil, bütün okul ah vah etmek, azıcık da üzülmekle yetinmişti ne yazık ki. Meçhul öğrenci anıtlarından biri de bende dikilidir bu yüzden… Tersinden okursak çocuğa ana dili Zazaca yasak, anneye üç beş kelimeden öte bilmediği Türkçe serbestti. Belki tepelerinde sopalı zebaniler olmasa, iki dilden ortak bir merhaba çıkabilecekti….”
TOPRAK KAĞIDA, SU MÜREKKEBE AKRABA
Şair ve yazar Adnan Gül’ün “İlk bakışta dağ gibi görünen koca adamlar her geçen gün makamlarıyla birlikte eriyip gidiyorlardı gözümde.” satırları, düşünürsek günümüzü de anlatıyor.
Adnan Gül, ‘Santral Garajı’ kitabında çok güzel tanımlamalarla dikkat çekiyor: “….Gabardin şalvarın satre pantolona olan borcu gibi aradaki ilişki daima paça farkını gözetir ve seviyelidir. Ödendikçe yavrulayan yoksulluklar bu kesimi en kolay yönetmenin en aktif aracıdır. Onlar üretmekle mükelleftir, efendiler yemekle.
…Çünkü Seyhan Akdeniz’in sürgün nehridir.
…Bundan bölgenin toprağı, suyu, insanına benzer. ‘Ferman padişahın dağlar bizimdir’ diyen Dadaloğlu, ‘Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm’ diyen Karacaoğlan, bu külliyatın ürünüdür dersek ipucu vermiş sayılmayız. İfade zenginliği, insanın toprakla suyla ortaklığı olup yetişilmez yerde olduğu bugün için de geçerlidir. Çünkü, toprak kağıda, su mürekkebe akrabadır. Mesele, suyla toprağın birliğinden doğan gücü canlandırmak, yüreklendirmek, kağıt ve kalemi, becerikli, donanımlı, yoğunluklu ellerle buluşturmaktır.”
Yorumlar
Kalan Karakter: