32.Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde Orhan Kemal’in anısını yaşatmak amacıyla verilen “Emek” ödülleri bu yıl yönetmen ve yapımcı Biket İlhan, oyuncu Mahmut Cevher ile yönetmen Yaşar Seriner’e layık görüldü. Bu vesileyle Adana’ya gelen Biket İlhan ile “Kültür-Sanat Söyleşileri” kapsamında buluştuk. “Filmleriyle toplumsal hafızaya dokunduğu, kadın yönetmen kimliğiyle farklı kuşaklara yol gösterdiği, üretkenliği ve vizyonu ile Türk sinemasına değer kattığı.” gerekçesiyle Orhan Kemal “Emek” ödülü takdim edilen İlhan, sorularımızı yanıtladı.
RÖPORTAJ: MEHMET ŞAHİN
Yönetmenlik ve yapımcılığa nasıl başladınız?
Aslında İngilizce öğretmeniyim. Çok uzun yıllar — yaklaşık 14 yıl — kolejlerde ve devlet okullarında İngilizce öğretmenliği yaptım. 22 yıl evli kaldığım şair ve yazar Attilâ İlhan ile önce İzmir’de ve Ankara’da yaşadıktan sonra, 1980’de İstanbul’a geldik. Bir tesadüf sonucu sinemaya başladım.
SELİM İLERİ VESİLESİYLE BAŞLADIM
Yani sinemaya başlamanız tesadüf eseri mi oldu?
Tesadüfen derken; Attilâ İlhan dolayısıyla edebiyat ve sanat çevresiyle elbette sıkı bir diyalog içindeydik. Yazar Selim İleri de çok yakın dostumuzdu. İzmir’de ve Ankara’dayken sık sık evimize gelirdi. İstanbul’da bir gün yine misafirimizken, “Ben bir senaryo yazdım. Yönetmen Feyzi Tuna ile bir film çekeceğiz. Sen de bizimle çalışır mısın?” dedi. O sıralar öğretmenliğe devam edip etmeyeceğim konusunda henüz bir karar vermemiştim. “Vallahi ben pek anlamam ama size engel olmayayım.” karşılığını verdim. Selim İleri ise “Yok, öğrenirsin; ne olacak?” diyerek beni cesaretlendirdi. Bu vesileyle, Selim İleri’nin senaryosunu yazdığı Seni Kalbime Gömdüm filminde, yönetmen Feyzi Tuna’nın reji asistanı olarak sinemaya başladım. Filmde Türkân Şoray, Cihan Ünal, Neriman Köksal, Ahmet Mekin, Müşfik Kenter, Çolpan İlhan gibi önemli oyuncular rol alıyordu. Sonraki yıllarda da Feyzi Tuna ile birçok projede asistanlığım devam etti. Bu işi çok seviyordum. Çünkü o dönemde sanat yönetmenliği ve dekor gibi birçok görevi aynı anda keyifle yapıyordum. 1990’lı yıllarda ise yönetmenliğe başladım.
ŞORAY: ARTIK BAŞKA İŞ YAPAMASIN
Uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra sinema yönetmenliğine geçmek sizin için zor olmadı mı?
Öğretmenlik yaparken de öğrencilerimle ilişkilerim çok güçlüydü. Eğitim sırasında onlarla çeşitli oyunlar sahneler ya da geceler düzenlerdim. Güzel fotoğraflar çekerdim. Görsellik açısından bakıldığında bu da sinemaya olan ilgimin bir işaretiydi. Dediğim gibi; sinema dünyasına planlayarak değil, rastlantısal biçimde adım attım. Ama iyi de oldu. Başlangıçta bu alanda devam edip etmeyeceğimi bilmiyordum. İlk kez sinemada çalıştığımı bilen Türkân Şoray bir ara, “Bundan sonra ne yapacaksın?” diye sormuştu. Ben de “Bilmiyorum, belki öğretmenliğe dönerim.” cevabını vermiştim. Türkan Hanım ise “Yok artık, geçmiş olsun; bundan böyle başka iş yapamazsın.” demişti. Gerçekten de haklı çıktı; o günden bu yana yönetmenliği sürdürüyorum.
Bugüne kadar yönetmenliğini üstlendiğiniz sinema filmleri hangileridir?
Şu ana kadar, Attilâ İlhan’ın romanından uyarlanan Sokaktaki Adam’ın yanı sıra Kayıkçı, Mavi Gözlü Dev, Yarım Kalan Mucize, Çelo, Senin İçin Bir Kadeh, Bir Kadın Yüzü ve Ayın Karanlık Yüzü gibi filmleri yönettim. Ayrıca Bir Hekimin Anıları ve Hanımlar Merkezi adlı belgeselleri gerçekleştirdim. Bunların dışında, yabancı yönetmenlerle ortak yapımlarım da bulunuyor.
YOLUMDA YÜRÜMEYE DEVAM EDİYORUM
Kadın bir yönetmen ve yapımcı olarak Türk sinemasında yer edinmek konusunda zorluklar yaşadınız mı?
Kadın bir yönetmen ve birey olarak hayatımda hemen hemen hiçbir zorluk yaşamadım. Çünkü bu, kadın ya da erkek olmakla alakalı bir şey değildir; kişinin kendisiyle ilgilidir. Elbette birçok alanda erkeklerin her zaman hâkim olduğunu biliyoruz; ama ben bunu yaşamadım. Karşı bir davranışa da denk gelmedim. İnsanların böyle bir düşüncesi varsa bile duymak istemedim ya da aldırmadım. Benim ne yapacağım önemliydi. Kendi yolumda yürüdüm; hâlâ da yürümeye devam ediyorum. Mesleğe başladığımda, sanırım 12–13 kadar kadın yönetmen vardı; yani sayı oldukça azdı. Ama şimdi kadın sinema yönetmenlerin sayısı çoğaldı; bu da sevindirici bir gelişmedir.
ZATEN SİNEMA ZOR BİR İŞTİR
Kuşkusuz yönetmenlikte “kadın–erkek” ayrımı yapmak doğru değildir. Yine de azınlıkta olmak iyi bir durum sayılmaz. Aslında bu yalnızca Türkiye’ye özgü bir tablo değildir; dünyada da böyledir. Umarım kadın yönetmenlerin sayısı giderek artar. Çünkü kadının toplumdaki yeri çoğu zaman farklı değerlendiriliyor. Bu nedenle birçok kadın bu tür işlere yönelmiyor veya cesaret edemiyor. Zaten sinema zor bir iştir. Zor olunca, başlangıçta sadece “erkekler yapar” gibi bir kanı oluşmuş herhalde… Oysa öyle bir şey yoktur. Kadının cinsiyeti farklı olabilir; zira gerek düşünce gerekse güç olarak erkekten zayıf olduğu söylenemez. Dediğim gibi, bu tamamen kişilik meselesidir. Ben konuyu “cinsiyet” açısından ele almıyorum. Fakat toplumdaki baskılar nedeniyle kadınlar bu tür mesleklere; özellikle de sinemaya zor giriş yapmışlar. Bu yüzden kadın yönetmen sayısı daha azdır.
YAKIN TARİHİMİZE MERAKLIYIM
Bugün geriye dönüp baktığınızda, “İyi ki yapmışım” dediğiniz filmler hangileridir? Filmlerinizde özellikle toplumsal meseleleri, tarihî ve kültürel değerleri öne çıkarıyorsunuz. Bu tercihinizin sebepleri nelerdir?
Vallahi, çalışmalarımın hepsi için “İyi ki yapmışım.” diyorum. “Hepsi çok iyi filmler mi?” Tabii, bu sorunun yanıtını bilemem. Zaman içinde bunu izleyiciler takdir edecektir. Ben, biraz yakın tarihimize meraklı biriyimdir. Bu yüzden kayda değer işler yaptığımı düşünüyorum. Örneğin; Sokaktaki Adam filmim, 1950’li yılların Türk aydınının bir panoramasıdır. Türk–Yunan meselesi ülkemizde her zaman kritiktir. O dönemde Kardak krizi patlak vermişti. Bundan esinlenerek Kayıcı (1998) filmini çektim. Türkiye’deki azınlıklarla ilgili polisiye bir çalışma olan Ayın Karanlık Yüzü yapımını gerçekleştirdim. Nazım Hikmet, ülkemizin dünya çapında tanınan önemli bir şairidir. Onu, Attilâ İlhan’dan da çok dinlemiştim. Attilâ, henüz 16 yaşında ve lisede okurken, âşık olduğu kıza gönderdiği mektupta Nazım Hikmet’in bir şiirini yazdığı için tutuklanmıştır. Bu da şüphesiz onun hayatında ilginç bir detaydır.
ROMAN UYARLAMALARINI SEVİYORUM
Öte yandan, roman uyarlamalarını da seviyorum. Bu doğrultuda Nazım Hikmet’in yaşamını aktardım. Ardından, Abbas Sayar’ın 1970’li yıllarda kadının bir toprak kadar bile değer görmediğini anlatan Çelo adlı romanından uyarladığım filmi çektim. Tarihî içerikler taşıyan belgeselim Hilal-i Ahmer Kadınlar Merkezi’nin 1912 yılındaki kuruluşunu anlatıyor. O dönemde kadınlar, üniversitelerin farklı bölümlerine girebiliyor; ancak tıp fakültesine kabul edilmiyorlardı. Kadın doktorlar bu nedenle yurt dışından ülkemize geliyordu. Aynı yıllarda Besim Ömer Paşa tıpla ilgili önemli yenilikler yapıyor ve kadınların bu eğitimi alabilmeleri için önayak oluyordu. Böyle tarihî konuların altını çizmek bana iyi geliyor. Çünkü bazı konular zamanla unutuluyor, hatta hiç bilinmiyor. İyi şeyleri ortaya çıkarmak ve yeni nesillere aktarmak gerektiğine inanıyorum. Yaşım ilerlemiş olsa da yeni döneme ayak uydurmaya çalışıyorum. Gençleri takip ediyor ve sürekli iletişim halindeyim. Onların yaptığı yeni filmleri mutlaka izlerim. Bu arada geçmişimizi de unutmuyorum. Nereden nereye geldiğimiz çok önemlidir. Geçmişimiz olmazsa geleceğimizin de anlamı olmaz.
ÖLÜNCEYE KADAR BERABERDİK
Attilâ İlhan ile evliliğinizden kısaca söz eder misiniz? Onun sizin yönetmen olmanızda bir rolü oldu mu?
Attilâ İlhan ile 22 yıl süren bir evliliğimiz oldu. Evet, 1987 yılında Attilâ ile resmî olarak ayrıldık; ancak evliliğimiz fiilen devam etti. Zaten kendisi de hep, “Biz Biket’le boşandık ama ayrılmadık.” derdi. Çünkü ölünceye kadar beraberdik ve birçok ortak çalışmamız oldu. Bahsettiğim filmleri, Attilâ’dan ayrıldıktan sonra yaptım. Bana çok inanır ve güvenirdi. Bu açıdan bakıldığında, evlilik sadece bir imzadan ibaret değildir. Bizim birbirimize olan saygımız ve sevgimiz çok farklıydı.
SANKİ BİR ÜNİVERSİTE BİTİRDİM
Şu noktaya dikkat çekmek isterim; sanat yaşamım boyunca hiçbir zaman Attilâ İlhan’ın adını kullanmadım. Birçok kişi, onunla olan beraberliğimi sonradan öğrenmiştir. Kendisi ile ilk tanıştığımda henüz 20 yaşında genç bir kadındım. Onunla yaşadığım yıllar benim için adeta bir okul gibiydi. Attilâ ile günlük yaşam içinde sanki bir üniversite bitirdim. Beraberliğimiz sırasında birbirimize karışmadık. Herkes kendi işini yaptı. Ben onun rahat çalışabilmesi için uygun koşulları sağlamaya çalıştım. Klasik evliliklerde olduğu gibi hiçbir zaman “Bana şunu al” ya da “Beni şuraya götür” gibi bir söz ağzımdan çıkmadı. Müşterek bir hayatımız vardı; ama birbirimizin alanına hiç girmedik. Bunun da çok değerli bir birliktelik olduğunu düşünüyorum.
SİNEMANIN GEÇMİŞİNİ BİLMELİLER
Sinema yönetmeni olmak isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz? Bu konuda sizin belirli kriterleriniz var mıdır?
Sanatta bir kriter olamaz; çünkü herkesin hayata bakışı farklıdır. Resim, müzik ya da sinema olsun, eğer kişinin içinde bir şey varsa bunu sanat yoluyla anlatmak isteyebilir. Doğal olarak bu yetenek ya vardır ya yoktur; zorla olacak bir şey değildir. Bir sanat dalında ilerlemek isteyenlerin belli bir donanıma sahip olmaları beklenir. Sinemaya ilgi duyanlar için şunu söyleyebilirim: Öncelikle Türk sinemasının geçmişini çok iyi bilmeliler. Bunu, o filmleri birebir taklit etmeleri için değil; daha iyisini ve doğrusunu yapabilmeleri için ifade ediyorum. Ayrıca yönetmenleri mutlaka yakından tanımaları ve bol bol film izlemeleri lazım. Farklı insanlarla iletişim kurmaları da önemlidir. Tanıştıkları yeni karakterler, zamanla onların dağarcığında yer edinecek ve bu filmlerine yansıyacaktır. Bol bol gezsinler; belki bir hikâyeyi, gördükleri ve etkilendikleri mekânlara oturtabilirler. Özellikle sinema için geniş bir bakış açısı şarttır.
YEŞİLÇAM SİNEMASININ YERİ ÖZELDİR
Yeşilçam sineması hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce artık bir devir kapanıyor mu?
Yeşilçam sinemasının yeri çok özeldir; zaten neredeyse kalmadı… Onlara her zaman saygı duyulması gerektiğine inanıyorum. Ben o dönemin sonuna denk geldim. Bu bakımdan kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü hem Yeşilçam’ı hem de yeni Türk sinemasını biliyorum. Bu, gerçekten çok özel bir durum. O dönemde her şeyi büyük zorluklar içinde özveriyle, tutkuyla ve dayanışmayla yapmışlar. Şimdilerde elbette böyle çalışanlar da olabilir; ama artık teknik sorunları aşmış durumdayız. Onların çektikleri zorlukları yaşamıyoruz.
TÜRK SİNEMASI İYİYE GİDİYOR
Genel olarak Türk sineması iyiye gidiyor. Arkadaşlarımız, dünyanın birçok festivalinden ödüllerle dönüyor. Ancak parasal açıdan bakıldığında sinema, her zaman pahalı bir uğraştır. Bilet fiyatları oldukça yüksektir. İzleyicinin gücü yetmiyor ve sinemaya giden seyirci sayısı giderek azalıyor. Bu arada dijital platformlar da sektörün önünü bir ölçüde kesiyor. Bu sorunlara mutlaka çözüm bulunacağını umut ediyorum. Yazık! Sinemayı yaşatmak gerekir. Beyaz perdede bir filmi herkesle birlikte izlemenin keyfi başkadır; televizyonda izlemenin hazzı ise bambaşkadır.
DÜŞÜNCENİN SUÇ OLMADIĞI BİR DÜNYA
Altın Koza Film Festivali’nde Orhan Kemal “emek” ödülüne layık görülmek nasıl bir duygudur? Ayrıca Çukurova’nın Türk sinemasındaki yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Çukurova, Türk sineması için çok önemlidir. Bu topraklarda Yılmaz Güney, Aytaç Arman, Ali Şen, Şener Şen gibi çok özel sinemacılar; Yaşar Kemal ve Orhan Kemal gibi büyük edebiyatçılar yetişmiştir. Altın Koza Film Festivali’nin hâlâ sürdürülüyor olması da son derece değerlidir. Orhan Kemal’in adını taşıyan bu ödüle layık görülmek beni ayrıca onurlandırdı. “Mavi Gözlü” filmimde de bu öyküden bahsetmiştim. Asıl adı Raşit Kemali olan Orhan Kemal’in, Nazım Hikmet’le yolları Bursa Cezaevi’nde kesişir. Orhan Kemal, tahliye günü geldiğinde, vedalaşmak için “üstat” diye hitap ettiği Nazım’ın odasına girer ve ona “72. Koğuş’u mutlaka yazacağını” söyler. O sırada Nazım, demir parmaklıklı pencereden dışarı dalıp gider ve “Düşüncenin suç olmadığı bir dünya kurulur mu?” diye sorar. Orhan Kemal de bu soruya “Sizce?” diyerek karşılık verir. Bu, çok kıymetli bir anekdottur. Çünkü ikisi de birer düşünce suçlusudur ve aralarında böyle anlamlı bir veda konuşması geçer. Orhan Kemal cezaevine, daha çok şiir yazmaya hevesli bir genç olarak girmiştir. Ancak Nazım, onu hikâye ve roman yazmaya yönlendirmiştir. Bu, Orhan Kemal’in hayatında dönüm noktası olmuştur.
Yorumlar
Kalan Karakter: