MUSTAFA ÖZKE
ADANA (GÜNAYDIN) – “Dört kızımdan dört kız, dört erkek torunum oldu. Kızım Nur’dan başlamak üzere Gökben, Ayben; Nil’den Asım ve Şevket; Nevhiz’den Gökhan ve Göksu; Nihan’dan Su ve Kozan Nabi.”
İşte bu torunlara adanan bir ömrü anlatıyor yazar Ünser Yazan Gedik… Elli üç yıllık birikimini satırlara yükleyen Gedik, geçmişten geleceğe çok önemli mesajlar vererek, okurlarını duygulandırıyor.
‘Torunlarım Altıntoplarım’ adlı kitapta okurlarıyla buluşan Gedik, kitapta 70 yıllık anılarına da yer veriyor.
Kozvak Yayınları’ndan çıkan kitabın editörü Mustafa Emre, “Anı – günlük biçiminde yazılan konular çevreye, topluma duyarlı bir insanın kaleminden geliyor. İnsana, yaşama olgun bir bakış ve yalın, duyarlı dili var. Bütün aileler için öncü bir çizgi izliyor. İlgi ile okuyacağınız bir aile, toplum, yaşam öyküsü.” diyor. Keyifle okumalar dileği ile
70 YILLIK BİR ANI
Adana'daki 1949–1950 yılları bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti. Birinci kitabımda her şeyi o kadar çok yazmıştım ki bir şey kalmadı diyordum, demek ki kalmış. Resmi adını bilmiyorum, okula gitmek için teyzemlerde kaldığım yıl Ermeni Sokağı veya Deveciler Mahallesi’ni yazmak istedim, yalnız tarihçesini bilemem.
Çakmak Caddesi’ne çıkan ara yolun başında Tahtalı Cami’nin karşısındaki yerleri taşlı, biraz darca sokaktı. Erciyes sineması, otel ve restoranı o yıllarda yapılmış, faaliyete başlamıştı. Hemen her gün o dev yapının önünden geçer, okula gider, Küçüksaatte otobüse biner, akşamüstü yine orada iner, eve yürürdüm.
Okul dönüşü muhakkak alacaklarımız olurdu. Küçüksaatteki Mini Köşe’ye uğrar malzemelerimizi alırdık. İğne, iplik, mezura, makara, goblen, pamukaki, tığ, floş, çamaşır malzemeleri, ne ararsan bulunurdu, ama çok kalabalık olur, oradan zor geçilirdi.
Ben eve doğru yürürken tam Erciyes sineması biter, bizim sokağın başında küçük esnaflar, dükkanlar başlardı. En başta bir küçük kebapçı vardı. Özellikle cumartesi günleri, okul öğleye kadardı. Saat bire doğru sevinçle eve doğru gitmek için köşeden sola dönerken kebapçının gramofonundan Abdullah Yüce’nin "Bu ne sevgi ah bu ne ıstırap” nameleri kulaklarımızı doldururdu.
Sokağın başından beri dizili evlerin yaz gelmiş, pencereleri açık, radyolarından Zeki Müren'in, “Kalbimi bezmederim mihneti zevkle, sev diye, sev diye, sev” diyen o harika sesin içinde Müzeyyen Senarlar, Ahmet Üstünler, Hamiyet Yücesesler. Şansınıza artık daha kim varsa mutluluklar içinde yürürdük.
Ara ara faytonların daha sık geçtiği yoldan taksi çok ender geçerdi. Küçük kaldırımları olan, kırık parke taşlı, kimi iki katlı evlerin kapıdan yola kadar inen Amerikanvari taş merdivenlerin önünden geçerek eve gelirdim.
ADANA (GÜNAYDIN) – “Dört kızımdan dört kız, dört erkek torunum oldu. Kızım Nur’dan başlamak üzere Gökben, Ayben; Nil’den Asım ve Şevket; Nevhiz’den Gökhan ve Göksu; Nihan’dan Su ve Kozan Nabi.”
İşte bu torunlara adanan bir ömrü anlatıyor yazar Ünser Yazan Gedik… Elli üç yıllık birikimini satırlara yükleyen Gedik, geçmişten geleceğe çok önemli mesajlar vererek, okurlarını duygulandırıyor.
‘Torunlarım Altıntoplarım’ adlı kitapta okurlarıyla buluşan Gedik, kitapta 70 yıllık anılarına da yer veriyor.
Kozvak Yayınları’ndan çıkan kitabın editörü Mustafa Emre, “Anı – günlük biçiminde yazılan konular çevreye, topluma duyarlı bir insanın kaleminden geliyor. İnsana, yaşama olgun bir bakış ve yalın, duyarlı dili var. Bütün aileler için öncü bir çizgi izliyor. İlgi ile okuyacağınız bir aile, toplum, yaşam öyküsü.” diyor. Keyifle okumalar dileği ile
70 YILLIK BİR ANI
Adana'daki 1949–1950 yılları bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti. Birinci kitabımda her şeyi o kadar çok yazmıştım ki bir şey kalmadı diyordum, demek ki kalmış. Resmi adını bilmiyorum, okula gitmek için teyzemlerde kaldığım yıl Ermeni Sokağı veya Deveciler Mahallesi’ni yazmak istedim, yalnız tarihçesini bilemem.
Çakmak Caddesi’ne çıkan ara yolun başında Tahtalı Cami’nin karşısındaki yerleri taşlı, biraz darca sokaktı. Erciyes sineması, otel ve restoranı o yıllarda yapılmış, faaliyete başlamıştı. Hemen her gün o dev yapının önünden geçer, okula gider, Küçüksaatte otobüse biner, akşamüstü yine orada iner, eve yürürdüm.
Okul dönüşü muhakkak alacaklarımız olurdu. Küçüksaatteki Mini Köşe’ye uğrar malzemelerimizi alırdık. İğne, iplik, mezura, makara, goblen, pamukaki, tığ, floş, çamaşır malzemeleri, ne ararsan bulunurdu, ama çok kalabalık olur, oradan zor geçilirdi.
Ben eve doğru yürürken tam Erciyes sineması biter, bizim sokağın başında küçük esnaflar, dükkanlar başlardı. En başta bir küçük kebapçı vardı. Özellikle cumartesi günleri, okul öğleye kadardı. Saat bire doğru sevinçle eve doğru gitmek için köşeden sola dönerken kebapçının gramofonundan Abdullah Yüce’nin "Bu ne sevgi ah bu ne ıstırap” nameleri kulaklarımızı doldururdu.
Sokağın başından beri dizili evlerin yaz gelmiş, pencereleri açık, radyolarından Zeki Müren'in, “Kalbimi bezmederim mihneti zevkle, sev diye, sev diye, sev” diyen o harika sesin içinde Müzeyyen Senarlar, Ahmet Üstünler, Hamiyet Yücesesler. Şansınıza artık daha kim varsa mutluluklar içinde yürürdük.
Ara ara faytonların daha sık geçtiği yoldan taksi çok ender geçerdi. Küçük kaldırımları olan, kırık parke taşlı, kimi iki katlı evlerin kapıdan yola kadar inen Amerikanvari taş merdivenlerin önünden geçerek eve gelirdim.