MUSTAFA ÖZKEADANA (GÜNAYDIN) - Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, toplumda yaşanan tüketim çılgınlığının aileleri ekonomik yönden sarstığını söyledi.Çağımlar, “Eskiden abladan, ağabeyden kardeşe kalan giysiler, akrabalar arasında küçülen ya da olmayanların takası ile giysiler zenginleştirilirdi. Günümüzde ise hepimizin gözünü doyurmanın imkanı yok. Alınan giysinin sezon sonunda kaç kez giyildiği sayılıyor. Kimi zaman el değmeden mevsim bitiyor. Çocuklara sürekli alınan giysi, ayakkabı, oyuncak ile bu kavramların değeri kalmıyor. Kavramın keyfini çıkarmadan, bir yenisi alınıyor o bir tarafa atılmış oluyor. Çocuklar bile arkadaşının giydiği ve reklamını gördüğü markadan istiyor. Marka istediği değilse giymiyor, kullanmıyor.” dediYetişkinlerde ise erkek araba modeli takip ederken, kadının telefon, mobilya, giyimle uğraştığını anlatan Zekiye Çağımlar, “Her gün bilgisayarın güncellemesi gibi bu ürünler güncellendiği için takip etmeyeni kınıyorlar diye düşünüp, bütçeye bakılmadan vitrine bakılmaya devam ediliyor, sadece bakılmayıp kredi kartım sağ olsun diyerek de alınıyor. Sonrası az kazanan, çok şikayet eden, ama her aldığı mutlak gerek diye alınıp üç gün sonra unutulan şeylerle para, zaman, emek tüketilmeye devam ediyor.” diye konuştuÇukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, geçmişten günümüze gelen toplumsal değişimlerin analizini yaptı.Bu röportaj, sizi geçmişe götürürken, toplumun ne kadar savurgan olduğunu da gözler önüne serecek.NE ZAMANDIR TÜKETİM TOPLUMUYUZ? Tarih koymaya kalkarsak tüketim toplumu olmanın dayanılmaz cazibesine kapılmamıza, kimimiz 90’lar diyoruz kimimiz 2000’li yıllar. Aslında tüketim toplumu olmanın ilk başlangıcı 90’lı yıllar. Çünkü teknolojinin tüm dünyada patlama yapması, bilgisayarın önce yavaş yavaş yaşamımıza girip sonra da ayrılmaz bir organımız haline gelmesi ile her şey değişmeye başladı. Bilgisayar tek başına gelmedi. Çünkü, ardından interneti getirdi. Bizim bugün ayrılmaz neredeyse yaşamsal organımız gibi olan internet de kimimizin mi diyelim, çoğumuzun mu diyelim yaşamını ele geçirdi. 90’lı yıllar öncesine bir bakalım neler var, aslında neler yok.ÖRNEK VEREBİLİR MİSİNİZ?Örneğin bilgisayar yok, bilgiye ana kaynağından ulaşıyoruz. Thema Larousse baş ucu kaynak kitabımız/ansiklopedimiz bütün ciltleri ile üstelik. Öğretmen ödev mi verdi araştırılacak, her evde ansiklopedi yok ama kütüphanelerde var, hadi bakalım kütüphane yollarına düşeriz. Ne güzel bir sosyalleşmedir o, arkadaşlarla kararlaştırılır, söylenilen saatte söylenilen yerde olunacağından kimsenin acaba yer neresi, nerede kaldı, hay Allah nasıl ulaşsak sorunu yok. Buluşulur, etraf önce bir kolaçan edilir akran başka okuldan arkadaşlar var mıdır diye, belki ilk tanışma, görüşmeler yapılır, tanışılarak yüz yüze sosyalleşilir. Sonra asıl oraya gelme nedenine geçilir, ansiklopediler ya da diğer kaynaklar katalogdan bulunur. Deftere yazılır. Bugün için ne kadar şaşırtıcı geliyor değil mi deftere yazmak, ödev önce deftere yazılır sonra parşömene geçirilir. Öğretmenler her zaman ödevi çalışma konusu olarak vermez, roman okuma olarak da verir. Anneler kitabı alabilir de, üye olup kütüphanelerden ödünç alınabilir de hangi yol seçilmişse o yoldan gidilip kitap okunur. Aslında kütüphaneler ne güzel kullanılırmış eskiden, sadece bina değilmiş, yaşayan bir yermiş. Neyse biz kitap okumada kalmıştık. Her devrin bir kısa yoldan gitme kurnazlığı vardır. Okunacak romanın, roman özetleri içeren kitaplardan da okumak mümkündü tabi, yine de sonuç el kitaba değer, göz kitaptan okurdu. Ödev için okumak ve yazmak gerektiğinden yazı kopyala yapıştır olup, içinde ne yazdığını bile bilmeden öğretmene verilmezdi.CEP TELEFONU OLMADIĞI ZAMANLAR NASILDI?Yine 90’lı yıllarda cep telefonu yoktu, normal telefon vardı haberleşmek için. Cep telefonu olmadığı için de normal telefonlardan konuşmaya dayalı bir iletişim vardı. Yine cep telefonu olmadığı için uzak yerlerin yakın edilmesi, iyi misin değil misin bilgilendirme mektup ile olurdu. Yani cep telefonu yoktu ama yazı vardı. Yazı yazmaya harcanan beyin ve el emeği vardı. Yazının bulunuşu ile insanlık uygarlaşmaya geçmiş denir ya, eskiden üşenmeyip duvarlara yazı kazıyan insanoğlu bugün tuş üzeri tık tık ile iletişim sağlıyor. Bilgisayar ya da cep telefonu üzerinden iletişimi sağlayan gençliğin yazma becerisi git gide köreliyor. Bugün üniversite öğrencileri arasında bir araştırma yapılsa ki ben araştırma amaçlı değil her gün yaptığım gözlemle rahatça söyleyebilirim, öğrenci için 5 km yol yürümek mi, bir sayfa duygu ve düşünceni anlatan kompozisyon yazman mı diye tercih sunsak öğrenci yürümeye nereden başlayayım diye sorar. Mürekkep yalamış deyimi artık çok uzağımızda. Çünkü elimiz kaleme değmeden yazıyoruz artık.ÖĞRENCİLERİNİZE SORUYOR MUSUNUZ?Yaz sonu ilk hafta derse başlarken öğrencilerime soruyorum yazın neler okudunuz diye, her sınıftan ya 3 ya 5 el kalkıyor havaya o ellerin sahipleri de ancak iki tane kadar kitap okuyabilmişler. Dayanamayıp sordum birinde sıkılmıyor musunuz, boş boş oturmaktan diye, hocam niye boş oturalım, face’i , instagramı, twitteri takip etmek zaten zamanımızı alıyor. Orada da o kadar çok şey paylaşılıyor ki zaten okumuş oluyoruz diye. Kitap okuyup da gözünün önünde kendi filmini çekmeyi bilmeyen, kitaptaki kahramanlarla kimi zaman dost, kimi zaman düşman olmayı bilmeyen bir gençliğe koca yaz okumadan geçirdiniz sıkılmadınız mı demek çalışmadığı yerden soru sormak gibi oluyor. Bu kaçınılmaz bir durum belki. Teknoloji ve sanal alemin yaşamın içine girmesi kaçınılmaz ama bunun ölçüsünü koymak ya da bilmek gerekiyor. Bilmeyene de anlatacak kültürel donanımı yüksek kişiler gerekiyor. Şimdi ilk, orta, lise öğretmenleri ve hatta üniversite hocaları ne kadar okuyor diye bakmak lazım. Okunmasını istediğimiz ürünü sunmazsak, gençler ne okuyacağını nereden bilsin. “Oku” demek kolay, elindeki listeden ne okuması gerektiğini söylemesi de kolay. Öğretmen içerikten söz etmezse ve okunmak için kitabı cazip kılacak ip uçları vermezse niye okusun ki çocuk. Hangimiz reklamını görmediğimiz ürünü alıyoruz, reklamı olan ürün ise tüketimin ilk sırasına geçiyor. Biz eğer okunması gerekenin neden okumalı, nasıl okumalı, neler bulacağı yönünde yönlendirme yapmazsak kişinin aklına okumak gelmez. Hazır yapılmışı var şeklinde nete girer ve wikipedia dan az ama öz olmayan bilgiyi alır.BU DURUM HER YER İÇ İN GEÇERLİ Mİ?Bu durum her yer için geçerli diye düşünebiliriz. Küreselleşme ile her yerde her yaş grubu benzer yaşam şekli gösteriyor diye aklımızdan geçirebiliriz. Eğer böyle düşünürsek yanılırız. Ülkenin eğitim politikası, ailelerin çocuklarına örnek olması ile her yerde durum böyle değil. Klasik bir cümledir ya “Yurt dışında metroda, otobüste kitap okunuyor” diye. Bu cümle, klasiktir gerçekten de. Klasiğin sözlük anlamını içerecek kadar zamana ve mekana yenik düşmeden değerini koruyan bir durumdur. Metroya biniyorsunuz, kişi ayakta tek eli bir yeri tutuyor, diğer elinde kitabı okuyor, trende, uçakta, otobüste, otobüs durağında elinde kitabı ya da gazetesi onu okuyor. Bu, bugün kültür ve eğitim politikasına öncelik vermiş ülkelerin örnek davranışlarla da dediğimi yap, yaptığımı yapma demeyen yetişkinlerin sergiledikleri tutumla devam ediyor. Gördüğüm ilginç örnekler var Norveç’te bir genç sanırım 20 yaşlarında köpeğini gezdiriyor. Köpeğini gezdirirken kendisi bir kaykaya biniyor, köpek önde giderken kayışı tutan genç de kaykayın üzerinde kitap okuyor. Güzel ülkemde bunu düşünüyorum da nasıl gülerlerdi böyle birini görselerdi. Okumadan yaşamanın nesi zararlı ki biz uzun uzun konuşuyor ve yazıyoruz. Bu konuda bu kadar söz etmemizin nedeni her şey sanal alemde değil, kitaba da elin/m/iz değsin diye. Zararın en başı tüketmek. Gazete, kitap, dergi okumayan kişilerde ve toplumlarda yukarıda da belirttiğim gibi oluşmayan kültürel bilgi donanımının daha oluşmadan kendinden tüketmeye başlaması. Her şey hızla sunuluyor. Her bilgi Google’de birkaç tuş ve netinizin hızı kadar yakın. Hızlı ürün sindirilmeden, ihtiyaç ne içinse oraya yönlendirilerek tüketiliyor. Fast food yeme kültürü, aynı şekilde bilgi için de geçerli oluyor. Gözün değdiği kitaptaki bilgi, elin değdiği kağıda aktarılırken mutlak bize o bilgiden bir şeyler kalıcı olarak bilgi dağarcığımızda kalıyor.GÜNÜMÜZE GELİRSEK, NE DERSİNİZ? Şimdi yaşamın anları da tüketiliyor. Yaşamın içinde bulunulan an gözle bakılıp, kulakla duyulmadan sanal aleme aktarılıyor. Hepimizin elinde bir cep telefonu ve her an durum bildirimi, üzerine de şablon cümle ile duygu paylaşımı yapılıyor. Artık o aşamaya geldik ki kimimiz gerçekten face de yaşar hale geldik. Arkadaşı ile buluşup sohbet etmek için gittiği mekan yer bildirimi yapılarak, ardından da selfie (özçekim) gerçekleştirilerek dünya aleme yana face alemine duyuruluyor. Bakın bakın biz ne mutluyuz, ne güzel yerdeyiz. Otur, sohbet et, yerin tadını çıkar diyemiyorsun tat çıkarmayı anı fark etmeden tüketmek olarak görüyor. Bu sadece teknoloji ve sanal aleme gözünü açan gençlik için geçerli değil, yaşı 50’yi geçmiş kişilerde de aynı şeyi görebiliyoruz. Eşi ile dostu ile yemek yemeğe gitmiş “işte tam da burada yemek yiyorum haberiniz olsun” bildirimi yapıyor. Sanıyor ki herkes çok merak ediyor o şu anda kiminle nerede yemek yiyor. Ha bir de bir yerlere gezmeye gitmişse ki hele bir de o gidilen yer yurt dışıysa, Japon turist misali her an el kamerada çekilip an be an kendisini çok merak ettiğini düşündüğü ya da görünce kıskançlıktan çatlayacak heyecanı yaşadığı duygu ile görgüsüzlüğü tavan yaptırarak paylaşıyor. Bu insanlar eve gelip de yatmadan önce face de kendi sayfalarına bakarak ne yaşadıklarını, ne gördüklerini görüyorlardır. Çünkü paylaşmaktan etrafa bakamadılar ki… Kısaca tüketmek anı, zamanı olduğu kadar olacak olan kültür, bilgi donanımımızın da olmasına engel olarak yaşanıyor.OKUMAK VE AYDINLANMA KONUSUNDA NE SÖYLERSİNİZ?Müslümanlığın temel kelimesidir “Oku”. Bu ne güzel bir kelimedir. Okumadan adam olunmayacağının, dünyanın ama önce kendinin bilinmeyeceğinin en güzel ifadesidir. Bugün Aşk-ı Memnu dizi filminde oynayan oyuncuların güzellikleri ve yakışıklılıkları sayesinde hatırlanır da Halit Ziya Uşaklıgil’in romanında verdiği o duygu gel gitleri, o yasak aşkın insanı ölüme götüren ama yine de kaçınılamayan duygu akışı bilinmez. Mevlana face olmasaydı gençlik tarafından tanınmayacaktı sanırım, aynı şekilde Can Yücel, Cemal Süreya bu okunası, okundukça öğrenilesi edebiyatçılar ancak birkaç özlü sözün kimi zaman da yazarı olarak yanlış isimler verilerek paylaşılınca bilinir olmuştur. Geçen yıl en çok Olric paylaşılıyordu. O kadar çok Olric’ten özlü söz okumuştum ki dedim ki herkes sanırım romana tutunmaya başladı ve Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını okudu. Aslında biliyorum ki Tutunamayanlar’a okuyarak tutunmak okuma alt yapısı olmayan için çok da zordur. Öğrencilerime okuma ödevi olarak bu kitabı verdim ve bunca yıllık hocalık hayatımda duymadığım kadar sitem duydum. Face de paylaşmak, o alemde neredeyse kemale ermiş kişi gibi görünüyorlardı zaten ne gereği vardı şimdi Selim ile tanışıp, İstanbul Üniversitesi’nde okuyan bir gençten yola çıkarak o dönemi, o dönem gençliğini tanımanın.HER ŞEY EHLİNE MÜBAH MI?Bugün yeni bir yere gittiğimizde ilk sorduğumuz şey internet şifresi çünkü biz yarım saat bile oraya girmesek hayat damarlarımızdan biri kurur fobisini yaşıyoruz. Bir de yeni tanıştığımız kişilerin sosyal paylaşım hesapları olup olmadığını soruyoruz. Çünkü bana face ni söyle sana sosyal olup olmadığını söyleyeyim durumu var. Bunları yazınca sosyal paylaşım sitelerinin kötü ve zararlı olduğunu söylemek istemiyorum. Güzel bir söz vardır “Her şey ehline mübahtır” diye. Doğru kullanılan her şey yararlıdır. Haberleşmek gibi güzel bir şey var mı? Yıllar öncesinde bıraktığınız arkadaşınızı bulmanın, bu bulmanın eski dostlukları yeniden hareketlendirmesinin kötü yanı olur mu? Ya de eski dostu bulmak değil, mezun olduğunuz arkadaşınız ile nerede olduğunun önemi olmadan iletişimi koparmamanın kötü yanı niye olsun. Benim en çok hoşuma giden bu face aleminde uzaktaki yakınlarımın neler yaptığını görmek kadar, mezun öğrencilerimin neler yaptığını, hem özel hayatlarında hem öğretmenlik hayatlarında neler olduğunu görmek. Geçen yıl karşımda öğrenci olarak bulunurken bugün üç haneli bir köyde kendi sınıfında öğrencileri ile yaşadığı mutluluğu görmek bunlar değer biçilemez sanal alem yararı. Bir de bir tek arkadaşlık ilişkisinde haberdar olmak için kullanmıyoruz sanal alemi, güncel olaylardan anı anına haber almak, bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmak, kimi zaman bir düşünce etrafında çoğalmak için de kullanıyoruz. An ile bilgi sahibi olmak kadar değerli bir şey yok. Bütün bu nimetler dışında masamızdaki yemeği paylaşmayı, yediğimiz yerin duyurulmasını amaç ediniyorsak işte o zaman anı ve sanal alemi tüketmeye gitmiş oluyoruz. Bir de paramızın ve yediğimizin gösterilmesi ayıp kavramını çoktan yitirdiğimizi göstermiş oluyoruz. Birbirini tetikleyen durumlar oluşturuyoruz kimi zaman. Yine 90’lı yıllar öncesine dönersek, üzerimize giydiğimiz giysi sayısı bir elin parmakları kadar, ayağımıza giydiğimiz ayakkabı ondan da azdı. Bunun ekonomik durum ile de bir ilgisi yoktu. Parası olan iyisini alırdı sadece. Bayramlarda giysi alınmanın heyecanını bugün ancak 40 yaş üzeri hatırlıyor. Yeni ayakkabı giyince o ilk adımların heyecanını yine o yaş üzeri biliyor”
ADANA
09 Ocak 2015 - 09:34
Tüketim toplumu olmaktan kurtulamadık
Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, “Çocuklar arkadaşının giydiği ve reklamını gördüğü markadan istiyor. Marka istediği değilse giymiyor, kullanmıyor” dedi
ADANA
09 Ocak 2015 - 09:34