Sevgili Homo Erectus; ateşi fark etmemeliydin. Ve sen Pekin Adamı, ateşi nasıl kullanacağını asla düşünmemeliydin. İşte tam bu noktada evrilmeye başlıyoruz. Modern diye tanımladığımız dünyaya geçiş kapısına ve hatta başka bir boyuta doğru atılan ilk adımlar bana kalırsa ateşi kullanmamızla beraber başlıyor.
Ateşi kullanmaya başlayan insan, dolayısıyla kendi yaşam alanı içinde konforu keşfetti. Soğuk havalarda ısınmanın, avlarını pişirerek yemenin kolaylığını gören homo, yavaş yavaş mağaralardan ve ağaç kovuklarından çıkıp daha geniş alanlara yayılmaya başladılar.
Konforun tadına varan insan belki de bu sayede gözlem yeteneğini geliştirdi. Yuvarlanan bir ağaç kütüğünden tekerlek yapmayı öğrendi. Kayayı oyan sudan tabak çanak yapmayı öğrendi. Belki de avlarını parçalamak için kullandıkları ağaç dallarından bıçağı icat ettiler. Toprağın işlenmesi, tohumun keşfiyle birlikte avcı ve toplayıcılıktan yerleşik düzene gecen insan sanayi devrimiyle birlikten doğadan kopmaya başladı. Büyük bir hızla sosyal ve kültürel birçok değişiklikler yaşandı.
İçinde yaşadığımız 21.yüzyılda yetişememek, zamanın yetmemesi, yorgunluk, mutsuzluk gibi birçok problemimiz var. En önemlisi bitmek bilmeyen evrimimizin hangi aşamasında olduğunu kavrayamadığımız doyumsuzluğumuzu, en iyiye sahip olma hırsımızı, güç gösterilerimizi içinde barındıran bir doğa geliştirdik. Oysa bir tek düğmeye basarak çoğu işi bitiriyoruz hatta sesli komutlar verdiğimiz dijital kölelerimiz bile var. Kendimize başka bir doğa kurduk, evet korunaklı, evet güvenli, evet konforlu. Peki, neden mutsuzuz?
Mutsuzuz çünkü tüm bunları plansız yaptık, acımasızca ağaca, toprağa dağa tepeye daha yüksek binalar daha büyük fabrikalar kurmak için canla başla mücadele ettik. Oysa dünya hepimizindi. Doğaya yabancılaştık, doğayı, işleyişini görmezden geldik. Doğanın ruhunun varlığını reddettik. Kendimizi doğanın bir parçası değil sahibi olarak görmeye başladığımız gün, mutsuzluğumuzu da başlatmış olduk. Bir çiçeği koklamamış, ağaca tırmanma şansı olmamış çocuklar büyüyor. Duvarların arasında, sözüm ona parklara kurulan tırmanma iplerine tırmanıyorlar ağaçlar ve tepeler yerine. Adına ‘’şehir’ ’dediğimiz örümcek ağlarına takılı kaldık çocuklarımız.
Toprağı hissedememek..
Oysa yaşarken hissetmek gerekir toprağı, onun ruhunu anlamak şarttır, üstelik sonumuz yine toprakken ve henüz bedava nefesleniyorken… Kızılderililer, yaralı ağaçları sarılarak iyileştirirlermiş, inanıyorum buna ben. Doğanın bir parçasıyız, onun sahibi değiliz ve ancak buna inanabilirsek birbirimize iyi gelebiliriz.
Bitmeyen, sonu olmayan bir değişimin içindeyiz. Belki de insanın doğası budur, sürekli değişmek, gelişmek ve evrilmek. Yazımın başında Erectus’a ‘’ateşi fark etmemeliydin ‘’derken haksızlık yapmış olabilirim. Her şeyi doğadan gözlemleyerek öğrenen insanın doğaya bu kadar uzaklaşacağı ve onu yok sayacağı aklına bile gelmemiştir. Kendimizi, kendimizle kalmayıp kediyi, köpeği, kuşu ve hatta balığı doğaya yabancılaştırdık.
Kapitalizm çarkının içinde ezilen bizler, varoluş mücadelesinde köyümüzden, evimizden olduk. Şehirlerde, duvarların arasında sabahtan akşama kadar belimizi büktü yaşam mücadelesi. Pencerenin pervazında yetiştirdiğimiz çiçeğimizle avunduk çoğu zaman.
Ve elbette var bir hayalimiz.
Çoğumuzun ortak hayali. Balıkçı kasabasına yerleşmek. Hep bu hayalle yaşarız ya .Biliriz huzur doğada, biliriz onun bir parçasıyız. Kopuş var belki ama kaçış yok doğandan.