Bu düşüncedeki insanların yaşadığı Osmanlı döneminde, toplumdaki nezahet ve ruh nezafetini görme adına, zannediyorum zekât ve sadaka taşlarına bakmak yeterli olur. Bildiğiniz üzere, birileri zekât ve sadakalarını götürüp o taşlara bırakıyor, ihtiyacı olan insanlar da, ihtiyacı kadarını oradan alıyordu. Böylece veren süm’ave riyâ tehlikesinden kurtulmuş; alan da minnet altında kalmamış oluyordu. Veren, Allah Resûlü’nün lal u güher beyanlarından biliyor ki, verilen gizli sadaka, ateşin suyu söndürdüğü gibi Rabbin gazabını söndürür. Başka bir hadis-i şerifte ise Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arşın gölgesinde gölgelenecek yedi grup insanı sayarken bunlardan birisinin de “sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyen insan” olduğunu buyurur. Bu hadisi, “sağınıza verdiğinizi solunuzdaki kimse bilmeyecek” şeklinde anlamak da mümkündür. Yani siz bir yerde birisinin cebine sessizce bir şey bırakacaksınız ama sol tarafınızdaki insan onun farkına varmayacak. İşte sadaka taşlarına bırakılan paralar, aynı zamanda o insanların karakterlerini de aksettiriyor. Onların Allah rızasına ne kadar kilitli insanlar olduğunu gösteriyor.
Bu tarz bir infak anlayışından, aynı zamanda, toplumun genel ahlakının da oturmuş olduğu ve herkesin birer disiplin ferdi haline geldiğini anlıyoruz. Çünkü ihtiyacı olan birisi gidiyor ve sadaka taşlarından ihtiyacı kadarını alıyor. İslam’a göre kendisine zekât verilen bir insan, nisaba malik olmayacak kadar alabilir. Hatta belki daha hassas davrananlar, sadece o günlük ihtiyacını alıyor ve “yarın Allah kerim” diyorlardı. Bir başkası daha gidiyor, yine çoluk çocuğunun ihtiyacını alıyor ve gerisini bırakıyordu. İşte böyle bir mevzuda bu kadar hassas hareket eden bir insanın bir arpa çalmasına ihtimal verilemez. Şimdi Allah’a, hesaba, mahşere, cennet ve cehennem mülahazasına bağlanmış bu insanlar bence ne bekçiye, ne polise ne şuna ne de buna ihtiyaç duyarlar. Düşünün ki, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) henüz kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, her türlü ahlaksızlığın işlendiği, Mehmet Akif’in;
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi,
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı bugün şarkı yıkan tefrika derdi.”
ifadeleriyle anlattığı cahiliye dönemindeki insanlardan öyle bir toplum inşa etmişti ki, o dönemde bir-iki hadise dışında hırsızlık hadisesi bilmiyoruz. İki-üç zina şayiasından başka yaşanan bir ahlaksızlığa da şahit olmuyoruz. Aynı şekilde, çok geniş bir coğrafyada, milyonlarca insanın yaşadığı Devlet-i Âliye döneminde de, bu tür yüz kızartıcı hadiselerin parmakla sayılacak ölçüde az ve sınırlı olduğunu görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, İslam terbiyesiyle hakiki insanlığa ermiş bu terbiye-gerdelerin kurdukları dünyada, bütün bir toplum âdeta ahiretle irtibatlı gibi yaşamış. Evet, onlar cennet yolunda yürüyor gibi yaşamış ve her adımlarını cehenneme kayarım mülahazasıyla atmışlar. İşte onların bu hassasiyeti dünyayı da yaşanır hale getirmiştir. Âdeta cennetin bir koridoru haline gelen bu dünyada, cennet zevklerini ve insanca yaşamanın hazzını duymak mümkündür. Bugün ise, özür dileyerek ifade etmek istiyorum, her sokakta kaç tane bu tür yüz kızartıcı hadisenin yaşandığı belli değil! Dolayısıyla asla unutulmamalıdır ki, bizi biz yapan değerleri yeniden bulacağımız ana kadar, doyma bilmeyen hırslar, miras kavgaları gibi kargaşa ve keşmekeşlikler devam edip gidecektir.
Yorumlar
Kalan Karakter: