Kelimelerin zehirleriyle savrulan benlikler bir şeylere dönüşüyor hep. İşittiklerinin iştirakıyla tesirlenip kırıyor kabuğunu. Ruh ne görürse onunla biçimlenip ne duyarsa onunla yaralanıp onunla iyileşiyor.
Sözlerin yakıcı koru kalbe dolup her nefeste çığlık çığlığa havaya karışıyor. Bazen boş vermek de geliyor elden, sabretmenin diğer adıydı semadan bir nefes daha çekmek. Deveyi gütmek istemese de kalkıp bulunduğu diyarı terkeyleyemiyor. Deveyi gütmek neyse de başka diyarlara nasıl alışır ki insan. Derdin yenisi de hiç çekilmiyor.
Boyandığı renkleri sürer dokunduğu yerlere, baktığı eşyalara, konuştuğu insanlara. Fark etse düzeltecek de aynaya bakmaya yorgun yüreği. Yüzündeki çizgilere doluşmuş kederi. Girmez sohbetlere, gülmez kimselere, açmaz perdesini. Çay demler gibi demler derdini, kahveyi bol köpüklü yapar hüznünü döker köpük köpük.
Dünyanın meşakkatine hayır diyemiyor insan. Hassas kalbini avutmaya çalışırken ruhunun sızısına gündelik işleri sarıyor. Beş para etmez insanlar yaptıklarını ağzını yaya yaya anlatırken araya savuşturulan ‘sen ne yaptın’ sorusuna cevap vermeye çalışıyor. Suya sabuna dokunmak istemezken su ve sabun çelik dişliler gibi öğütüyor. Her defasında karıştırıyor seni hayata, insanlara…
Kalkıp hayatın akışına kapılsa yaranamıyor kimselere. Sessiz içine kapanık olsa kendini beğenmiş oluyor, neşeli olsa neşenin kaynağı araştırılıyor, üzgün olsa nasıl olduğun değil de ne olduğu ağır basıyor. Nasılsın denmediği gibi yeni laflar peyda oluyor. İşitilenlerin ağırlığının hafiflemeyeceğini anladığı sıkıntıyı def etmekle uğraşıyor sonra.
Bir bakmışsın bu sıkıntı sana yıllar geçmiş gibi hissettirmiş. Uykundan uyanmış gibi irkilirsin, sabahladığın sandalyeden doğrulurken yere düşen hırkanı alırsın. Güneş selamlamak üzeredir yeni günü.