Sabah saat dokuz. Ekranda bir kadın ağlıyor, yanında bir adam bağırıyor. Sunucu ellerini masaya vuruyor, kamera bir o yana bir bu yana gidiyor. Fonda dramatik bir müzik. Birinin kocası kaçmış, diğerinin çocuğu ortadan kaybolmuş. Ama öyle bir anlatılıyor ki, sanki yeni sezonun en heyecanlı dizisi başlamış.
Günlük hayatlarımızın arka plan sesi haline gelen bu programlar, artık “gerçek insanların acılarını” değil, reyting makinesine yağ sağlıyor. Kayıplar mı? Elbette önemli. Şiddet gören bir kadının/erkeğin/çocuğun sesi mi? Duyalım, duyuralım. Ama sen birinin yıllarca sakladığı utancı, sabah kahvaltısının yanına garnitür yaparsan, bunun adı yardım olmaz, bunun adı ifşa olur.
Kameralar karşısında kimin kime ne yaptığını anlatmak, bizde toplumsal bir görev sayılıyor artık. Çünkü, gerçeklik, satıyor. Durum ne kadar çirkinse, o kadar çok izleniyor. Bu yüzden sunucular artık gazeteci kimliğiyle değil, bir tür günah koleksiyoncusu olarak iş başı yapıyor. Nerede halkın dedikodu merakını tetikleyecek haber varsa toplayıp getiriyorlar. Sonra herkesin önünde sergiliyorlar. Seyirciler ağlıyor, bağırıyor, alkışlıyor. Çünkü bizim ülkemizde artık gözyaşı da bir gösteri aracı. Yeter ki ağla ama kameraya doğru.
Ah şu meşhur "mahremiyet"... Yıllardır anayasada yazılı. Ama belli ki televizyon kanallarının anayasasında böyle bir madde yok. Biri çıksa dese ki “Ben bunu yaşadım ama kimse bilmesin,” ona bile kamerayı çevirip “Ama reyting ne olacak?” diye sorarlar. Çünkü bizde artık utanmak değil, utanılacak şeyleri anlatamamak ayıp. “Benim de başıma gelmişti” diyeni bul, getir ekrana, ağlat, alkışlat, sonra bir diğer vakaya geç. Bir tür ahlak sirkine döndü ekranlar. İzleyiciler de en ön sıradan bilet aldı.
Hukuki açıdan mı? Aman, onun lafı bile edilmez. Kanun der ki “Özel hayat korunur.” Ama ekran başındaki yönetmen der ki “Biraz daha yakın plan al.” İşin aslı, biri çıksa bu programlara dava açsa, mahkeme önce televizyonu değil, o sabah saatlerinde televizyonda ne işin var diye izleyiciyi sorgular. Çünkü bizde hırsızın hiçbir zaman suçu yoktur ya da suçu yükleyeceği birileri mutlaka vardır.
Peki ya bu programların toplumsal etkisi. Eh, orası biraz daha karmaşık. Çünkü sürekli ihaneti, şiddeti, aldatmayı izleyen biri, kendi hayatındaki sıradan mutsuzlukları artık heyecansız bulmaya başlıyor. İnsanlar birbirine güvenmemeyi öğreniyor. Çocuklar ailelerine, neden herkes kavga ediyor, diye soruyorr. Sonra biz de “Bu nesil niye böyle oldu?” diye debelenip duruyoruz. Onun da kabahatlisi hazır tabii, "Z kuşağı çok kusurlu."
RTÜK mü? Evet, o da var. Bazen “Uyarı verdik” diyorlar. Bazen “Ceza kesildi.” Ama program hâlâ yayında, aynı saatte, aynı uzunlukta. Demek ki kesilen ceza bir sponsor kadar etkili olmamış. Demek ki birileri orada hâlâ ağlıyor. Demek ki biz hâlâ bakıyoruz.
Kısacası, mesele ne bir program, ne de bir sunucu. Mesele, bu ülkede sabahları insanların acısıyla uyanmakta hiçbir sakınca görmeyen dev bir sistem. Üstelik her şey yasal, her şey “halkın talebi.” Ama halk her zaman ne istediğini bilir mi? Ya da halkın her isteği emir telakki ediliyor da bizim mi haberimiz yok.
Bazı insanların ekranları sessiz. Çünkü bazı seslerin bıraktığı iz, görüntüden daha kalıcı oluyor. Bazı şeyler ekranda değil, yüz yüze konuşulmalı. Bazı acılar, paylaşılmak için değil, korunmak için saklanmalı. Ama biz, her şeyin teşhirine alıştık. Belki de artık tek mahremiyetimiz, televizyonu kapattığımız o birkaç saat.
Ama şunu da unutmayalım; "Bu çürümenin sponsoru biziz."