İnsan ruhu, özgürlük fikrine methiyeler dizerken, en çok da ondan korkar.
Çünkü özgürlük, başıboşluk değil; sorumluluk demektir.
Ve bu dünyada, sorumluluk taşımaktan daha ağır çok az yük vardır.
Tarihin hemen her döneminde, birey kendini bir “üst otoriteye” devretmenin yollarını aramıştır. Eskiden bu otorite krallardı, din adamlarıydı, tanrılardı, kabile reisleriydi. Şimdi ise ideolojiler, lider figürleri, influencer’lar, algoritmalar... Liste uzayıp gider. Adlar değişir ama ihtiyaç aynıdır;
biri bana ne yapacağımı söylesin. Biri bana “sen doğru yoldasın” desin. Biri bu karmaşık varoluşun yükünü sırtımdan alsın.
Esasında bu arzunun kökünde korku yatıyor.
Heidegger, varlıkla yüzleşmeyi insanın en büyük yalnızlığı olarak tanımlıyor. Çünkü var olmak, seçim yapmaktır. Seçmek, yanılma ihtimalini kabul etmektir. Ve çoğu insan, hata yapmaktan değil, hatasının tüm sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalacağı için dehşete düşüyor.
Bu yüzden birçoğumuz, özgürlüğün soğuk rüzgarı yerine, güvenli bir ideolojik battaniyeye sarılmayı tercih ediyoruz. Düşünmek yorucudur. Tercih etmek sancılıdır. Şüphe etmek uykusuzluk getirir. Oysa inanmak kolaydır. Sorgusuzca teslim olmak huzur verir gibi görünür. Tıpkı Platon’un mağarasındaki zincirlilerin, dışarıdaki gerçeğe değil, duvara yansıyan gölgelere inanmayı seçmesi gibi.
Bugün de benzer bir sahnedeyiz.
İnsanlar hâlâ kendi karanlıklarını başkasının ışığıyla aydınlatmaya çalışıyor. Kendi iç sesiyle barışmak yerine, dışarıdan gelen en yüksek sese boyun eğiyor. Bazen bir tarikatın liderine, bazen bir siyasi figüre, bazen bir sosyal medya gurusu ya da spiritüel şarlatana. Ama temel mesele hiç değişmiyor; yalnız kalmaktan kaçmak için bir otoriteye sığınmak.
Modern çağda bu sığınma, eskisi kadar kaba görünmüyor. Artık zincirler parıltılı. Kimi zaman “kişisel gelişim” kitaplarıyla, kimi zaman “özgüven koçlarıyla” kimi zaman da popüler düşünce kalıplarıyla geliyor. “Sen özelsin” diyorlar ama ardına “bizim dediğimizi yaparsan” koşulunu ekliyorlar. Yani yine bir boyun eğiş. Yine bir teslimiyet.
Halbuki gerçekten özgür olmak, önce içindeki efendiyi tanımakla başlar.
Kendi korkularını, bağımlılıklarını, ezberlerini görmekle. Kendinle yüzleşmek, çoğu zaman bir devrimi başlatmak gibidir; önce yıkılır, sonra inşa edilirsin. Ve bu inşa süreci asla kolay, hızlı ya da garantili değildir.
Ama şunu da unutmamak gerekir; sahici bir yaşam, ancak bu çabayı göze alanlar için mümkündür.
Kendine efendi arayan ruh, huzura değil, alışkanlığa sığınır.
Ve alışkanlıkla yaşamak, yaşamak değil, sürmektir.
Bugün bir puta inananla, her gün ekran başında liderinin sözünü bekleyen kişi arasında fark yoktur. İkisi de düşünme zahmetinden kaçmak için birine sığınır. Ve ikisi de gerçek benliğini o sığınağın eşiğinde bırakır.
Ve sonuçta, kölelik yalnızca prangayla, sopa ve zincirle değil; huzur arzusuyla, konforla ve itaatle de olabilecek bir durum haline gelir.
Ve en tehlikeli kölelik biçimi, özgür olduğunu sanan bir zihnin kendi kendine ördüğü kafestir.
Yorumlar
Kalan Karakter: