Ülkemizde ciddi bir ebeveynlik salgını var. Ve en ciddi belirtisi evlat bağımlılığı.
Adına sevgi, fedakarlık diyerek yumuşatılmaya çalışılan ciddi bir sorundan bahsediyorum. Hangi açıdan bakarsanız bakın, bunun adı “sevgi” değil, “kontrol”. Artık birçoğumuzun diline yerleşmiş olan; çocuklarım için yaşıyorum, onlar için katlanıyorum, yemedim yedirdim... gibi ifadeler çocuğun bize bağımlı olmasına zemin hazırlıyor. Hatta bu, o kadar derinleşmiş bir bağ ki, bazen aileler, çocuklarının varlığını kendilerinin varlık sebebi ve bunun sonucu olarak da her şeylerine müdahale etmeyi kendilerine hak olarak görüyorlar. Her adımda onları takip ediyor, seçimlerinde yönlendiriyor, en basit kararlarında bile “benim fikrim” olmalı diyor kabul görmediğinden de gizli silahı olan "süt" ve "hak" helali üzerinden vuruyor.
Birçok anne baba, çocuklarının sadece bedensel varlıklarını değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal alanlarını da sahipleniyor. Aklıma gelen ilk örnek, belli bir yaşa gelmiş evlatlarının sosyal medya hesaplarına bile müdahale eden ebeveynler var. Bir anne, çocuğunun “story” paylaşımına “Bunu sil, yanlış anlaşılabilir!” diyebiliyor. Peki ama çocuk ne hissediyor? Neden kendi hayatını kurarken sürekli başkalarının duygusal ağırlığını taşımak zorunda bırakılıyor? Bu, aslında çok yaygın ama dikkat çekici bir örnek; bunun temelinde bir çocuğun akıl ruh sağlığını korumak değil, ebeveyninin egosunu kollama hali var. Bir diğer, etraf ne der, salgınından korkan ebeveynlerin çocuğun yaptığının değil elalemin dediğine saplantılı hali.
Bu salgının sonucunda da çocuğun her hareketi, aile içindeki duygusal dengeleri değiştirebilir. Bunu engellemek, onları “güvende tutmak” adına yapılan bir hamle gibi görünse de, çocuğun gelişimine ciddi zararlar veriyor.
Bir diğer sorun da, torun bağımlılığı. Çocuğunun seçeceği eşe karar verirken tüm müdahalelerini etmiş ebeveynler bir sonraki aşamada evlatlarının kendi evlatlarını büyütmeyeceğine kanaat getirerek torun üzerinden baskılarına devam ederler. Kendi hayatları yokmuş gibi sürekli torun bakma bahanesiyle onların bakımına müdahale etmek için yanlarında olduklarını belirtirler.
Büyükanne ve büyükbabalar, torunlarıyla güya kendi çocukluklarıyla yaşamadıklarını yeniden yaşamak ister gibi onlara duygusal ve psikolojik olarak ağırlık olmaya devam ederler. Geriye doğru dönüp baktığımızda, torunun kimliği büyük ölçüde büyükanne ve büyükbabaların kurallarına ve beklentilerine dayalı olabiliyor. “Aman, hadi gel, seni yine ben besleyeyim,” şeklinde başlayan bu sevgi gösterileri, zamanla torunun bireysel kararlarını göz ardı etmeye dönüşebiliyor. Torunlar, adeta büyüklerin hayatlarının bir uzantısı gibi görülüyor. Bu, hem ebeveyn hem de çocuklar için ne kadar zararlı bir durum! Çocuk, iki farklı kaynaktan gelen baskı altında kendi kimliğini bulmakta zorlanıyor. Biri, ebeveynlerinden; diğeri, büyük ebeveynlerinden. Torunlar, hem duygusal hem de sosyal anlamda tam anlamıyla bağımsız bir insan olmaktan uzak büyüyorlar.
İlginçtir, bu kültür bazen çok daha ince şekillerde kendini gösteriyor. Çocuk evden ayrılmak üzereyken, annesinin "Peki ya yalnız kalırsam?" endişesiyle tekrar geri dönmesi isteniyor. Bir öğrenci, üniversiteyi kazanmış ama ailesinin “Yanı başımızda ol, biraz daha bizimle kal” ricalarına, bu “sevgi”ye boyun eğiyor. Oysa o çocuk, kendi hayatını kurmak, bağımsız olmak istiyor. Ama bu durumu hissetse de, bazen bağımlı hale gelmiş bir aile yapısının baskıları altında, bir yanda minnettar bir şekilde, diğer yanda ise gitmek için içi giden duygusal çelişkilerle mücadele etmek zorunda kalıyor.
Evlat bağımlılığı, toplumsal yapıyı da derinden etkileyen bir hal alıyor. Aileler, çocuklarının kendi hayatlarını kurmalarını engelliyor, toplum ise bunu “sevgi” olarak kabul ediyor. Halbuki sevgi, bu sınırları aşmak, başka bir insanın varlığını, kimliğini kabul etmek ve ona bağımsız bir yaşam alanı sunabilmektir. Çocuklar, başkalarının hayalleriyle değil, kendi hayalleriyle büyümeli, kendi kararlarını almalı. Ama bizim kültürümüzde ne yazık ki, çocukları bırakıp kendi yolumuzu bulmak, yanlış anlaşılabilir bir durum haline gelmiş. "Aile içindeki dengeyi bozmamak" adına çocuklar bazen kendi hayallerini rafa kaldırmak zorunda kalıyor.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, evlatlarını sadece “sağlam bir iş” için okutan, ama kendi çocuklarının sevdiği meslekleri ve tutkuları göz ardı eden ebeveynler. Toplum, çocuklarının başarılarını sadece sayısal veriler üzerinden değerlendiriyor; mezuniyet, diploma, maaş. Bir gencin yeteneklerini ve potansiyelini keşfetme şansı yok. Çünkü o, sadece ebeveyninin beklediği başarıya ulaşmak zorunda. Böyle yapmazsan, seni terk ederim! bakışları, aslında son derece kırıcı ve yıkıcı bir mesaj. Çocuk, bireysel arzularından değil, ailesinin hayallerinden beslenmeye başlıyor. Ve gün geliyor, o hayaller çocukla birlikte ölüyor.
Aileler için çocukların varlığı bir kimlik meselesi haline geliyor. Ancak bunu fark etmeyen ebeveynler, aslında kendi kimlik boşluklarını çocukları üzerinden doldurmaya çalışıyorlar. Çocuğunun hayatını kendi hayatlarının bir uzantısı gibi görmeye başlıyorlar. Oysa sevgi, çocuğa bir yaşam alanı bırakmaktır, ona bağımsız bir kimlik yaratması için fırsat sunmaktır. Bunu başaramayan toplumlar, kendi bağımsızlığını kaybetmiş, sürekli bir “başkalarının onayı” arayışı içinde yaşayan bireyler yetiştiriyor.
Evlat bağımlılığı, toplumsal hastalıktır hatta nesilden nesile aktarılan bir salgındır. Ve bu hastalık, ancak ailelerin kendi korkularıyla yüzleşmesiyle iyileştirilebilir. Çocukları, kendi hayatlarını kurabilmeleri için serbest bırakmalıyız. Onlara yalnızca rehberlik etmeli, yeri geldiğinde geri adım atmayı da bilmeliyiz. Aksi takdirde, bu hayatı ne kendimiz yaşıyor olacağız ne de evlatlarımıza yaşatacağız. Nesilden nesile ağız tadı olmayan bir ömrü reva göreceğiz.