Bir sabah uyanacaksınız… Pencerenin dışında ne bir kuş sesi, ne yeşil bir yaprak, ne de toprak kokusu olacak.
Sadece beton.
Gri duvarlar, yükselen bloklar, motor gürültüleri…
Ve işin kötüsü: Biz buna “ilerleme” diyoruz.
Oysa insan, doğadan uzaklaştıkça kendinden de uzaklaşıyor. Toprağa ne kadar beton dökersek, ruhumuz da o kadar ağırlaşıyor.
Eskiden şehir dediğin yer, yaşamak içindi. Şimdi yaşanmıyor; sadece tüketiliyor. Her yeni yol, bir ağacın mezarı. Her yükselen bina, bir kuşun göçü demek. Rüzgârın sesi yok artık, çocukların çimenlerde yuvarlandığı günler yok. Şehir büyüdükçe, insan küçülüyor.
İşte gerçek bu kadar acı: Doğayı öldürmek, aslında kendimizi yavaş yavaş yok etmek demek.
Bir zamanlar hayal ettiğimiz yaşam, toprağın üstündeydi. Şimdi ise toprağın sesine sağır, doğanın çığlığına kör bir haldeyiz. Kendi elimizle kestiğimiz ağacın gölgesini arıyoruz. Ama nafile...
Bakın, mesele sadece çevrecilik değil. Bu bir varoluş meselesi. Çünkü doğaya sırtını dönen bir toplum, eninde sonunda kendi sonunu hazırlar. Bugün biraz toprak, biraz su, biraz ağaç… Yarın nefes, gıda, hayat demek.
Yani mesele yalnızca doğayı korumak değil; insanı da hayatta tutmak.
Eğer bir yerden başlamak gerekiyorsa, önce toprağa basmayı hatırlayın. Bir ağaca dokunun. Beton değil, yeşil görün.
Çünkü doğaya yapılan her ihanet, insanlığın kendi sonuna attığı bir adımdır.
Ve hâlâ geri dönme şansımız varken.
Yorumlar
Kalan Karakter: