2025 yılının sonuna yaklaşırken bir nostalji yaşayalım mı?
O güzel ve mutlu günlerimizi, dostluğun, komşuluğun, arkadaşlığın ve akrabalığın en üst düzeyde olduğu günleri hatırlamaya ne dersiniz?
Hadi o zaman şöyle bir gerilere gidelim ve nostalji yaşayalım.
Yazıyı okumaya başlamadan önce koltuklarınıza yerleşin, çayınızı kahvenizi hazırlayın..
Bizim jenerasyon zaman zaman “Ah o eski zamanlar” “Nerede o eski bayramlar” diye iç geçirir.
“Ah o eski zamanlar”, “Nerede o eski bayramlar” diye iç geçirmemizin nedeni çok güzel çocukluk ve gençlik yıllarını geçirmemizden kaynaklıdır. Evet birçok şeyi alacak ekonomik gücümüz yoktu ama mutluyduk.
Bugün sizleri eski zamanlara götürmek istiyorum. 70’li ve 80’li yıllar fotoğrafların siyah beyaz, hayatın renkli olduğu yıllar.
Mesela sizlere çocukluk, delikanlılık yıllarında yaşadıklarımı anlatmak istiyorum.
Belki daha önce de anlatmış ve yazmış olabilirim. Ama yine de anlatmak ve yazmak istiyorum.
Küçüksaat Hilal Han girişte kemer satanlar. Karşılıklı pastırma sucuk satan işyerleri. Hemen yanında Tavuk yumurta satan işyeri sahibi Mustafa Kayaalp. Karşısında ve devamında kuyumcular. Han girişinde sağ tarafa dönünce halı satanlar devamında çaycı Abit ve Ali abi. Yine Han içerisinde sola dönünce Foto Ar Mehmet Kayaalp (Ustam), yan tarafında Kebapçı Recep sonrasında aşlama kökü satan ve yanında gözlük tamircisi Kemal amca. Sonrasında Kuyumcu Fethi ustanın atölyesi ve orada çalışan Oktay arkadaşım. Hilal Han içerisindeki esnafın uğrak yeri olan çiğ köfteci Mehmet usta. Mehmet usta sabahın erken saatlerinde gelip yeşilliğini tertemiz yıkar öğlen saat 11.30 olduğunda çiğköfteyi yoğurmaya başlardı. Tam yarım saat sürer çiğköfteyi yoğurmak. Çiğköfte hazır olduğunda çok değil 10 dakikada biterdi. Hatta öylesine kalabalık olurdu ki, kimileri o gün çiğköfte yiyemezdi. Çiğköfteci Mehmet ustanın yanında elinden her iş gelen Sırrı usta. Han'ın dışında Borlaş Çerez, bakkal Cemal, köşede Optik Miniköşe gözlük tamircisi Demir ve Yalçın kardeşler ve saat tamircisi arkadaşım Rahmetli Ahmet Ceylan. Bir de elektrik ustası vardı biz ona Osman amca derdik.
O yıllarda ülkenin her yerinde sağ sol çatışmaları yaşanıyor. Küçüksaat’te 2 güne bir eylem yapılıyordu.
Yıllar ilerlemesiyle birlikte Hilal handaki esnaflarla dostluklarımız da ilerliyordu. Han’daki esnaflarla birbirimizi daha iyi tanıyoruz. O yıllarda Foto Ar’da fotoğrafçılık mesleğini icra ediyorum ustam Mehmet Kayaalp ile birlikte. Fotoğraflar siyah beyaz olurdu. Bant kasetlerde şarkı dinlerdik. Yanlış hatırlamıyorsam İbrahim Tatlıses’in “Ayağında Kundura” türküsü patlamıştı ve her yerde çalıyordu.
1979-80 yıllarında Tavukçu Mustafa Kayaalp ile birlikte çalışan Nadir ağabey vardı. Kardeşi Ender, bir orkestrada davul çalardı. Bir de Cumhur vardı gitar çalardı.
Peki bilin bakalım orkestranın piyanisti ve şarkıları seslendiren kimdi?
Biraz anlatayım sonra ismini yazayım.
O yıllarda Adana’daki düğünlere giderlerdi orkestra olarak. Ben de yanlarında takılırdım. Piyano çalıp şarkı söyleyen kişi Adana’da sahne alacakları her düğüne Osmaniye’den gelirdi.
Mesela nerelerdeki düğünlere gittiler aklımda kaldığıyla yazayım.
Çukurova Kulübü, Beyazsaray Tesisleri, Küçüksaatte Alsaray Oteli ve birkaç salon daha vardı.
Hazır mısınız piyano çalıp şarkıları seslendiren sanatçının ismini öğrenmeye?
Öyleyse yazayım hemen;
O kişi hiç şüphesiz ki
ÜMİT BESEN idi..
Evet yanlış okumadınız orkestranın piyanisti ve şarkıları söyleyeni Ümit Besen’den başkası değildi.
Daha meşhur olmamıştı. Adana’ya geldiğinde orkestra arkadaşlarıyla Hilan Han’da buluşup sonra düğünlere giderlerdi. Ben de onlara takılırdım.
Tekrar dönelim fotoğrafçılık zamanlarımıza. Foto Ar Hilal Han’ın içerisindeydi. Dolayısıyla iç kısımda olduğu için fazla müşterisi olmazdı.
O yıllarda fotoğraflar siyah beyaz olduğu gibi fotoğrafçılarda da Pazar günleri nöbet sistemi uygulanırdı. Tabi Adana bu kadar büyük bir şehir değildi ve nüfusu da 1,5 milyon civarındaydı. Bu nüfusun 642 bini ilçeler ve köylerde yaşayan insanlardan oluşuyordu. Yani kent merkezinde nüfus şimdiki kadar çok değildi ve fotoğraf stüdyolarında Pazar günleri nöbet sistemi uygulanırdı. Pazar günleri 10-15 civarında fotoğrafçı açık olurdu. Düğünü nişanı, çocuğunu sünnet ettirenler fotoğrafçılara akın ederlerdi. Fotoğrafçılar bir ayda elde ettikleri kazancı neredeyse Pazar günleri elde ederlerdi.
Pazar günü çekilen fotoğrafların filmlerini ilaçlı suda tutup karta basılması günlerce sürerdi.
O zamanlar filmler önce sivri uçlu kurşun kaleme benzeyen kalemlerle rötuş yapılırdı. Yani insanların yüzündeki kırışıklıklar giderilirdi.
Çok zor bir meslekti fotoğrafçılık. Şimdi insanlar cep telefonları ile fotoğraf çekip-çektirip anında paylaşım yapıyorlar.
Aslında bizim jenerasyon bu ülkenin güzelliklerini yaşadı. Her şey doğaldı. Dostluklar bile hakikiydi.
O yıllarda her evde televizyon olmadığı gibi telefon da yoktu. Şehirlerarası görüşme yapacağınızda telefonu olan bir akrabanızın evinden postaneyi arar numarayı yazdırırdınız. Sonrasında saatlerce beklerdiniz ve en sonunda konuşma yapardınız.
Mesela ben iyi hatırlıyorum ilk telefon konuşmamı yanlış hatırlamıyorsam 1972 yılında yapmıştım. O zaman ilk okulda okuyoruz. Öğretmenimiz Ertan Çağıcı tüm sınıfı Kızılay caddesinde yer alan Büyük Postane binasına götürmüş orada telefonla nasıl konuşulduğunu öğretmişti. Öğretmenimiz Ertan Çağıcı telefonla annesini aramış beni de çağırarak konuşmamı sağlamıştı. O zaman telefonda ilk kez “Alo” demiştim.
Her evde telefon olmadığı için telefon kulübeleri çok kıymetliydi. Dışarıda kuyruk olduğu için sevgililer kısık sesle kavga ederdi. Memleketteki, uzaktaki akrabalarla herhalde uzaktalar duymazlar diye bağıra bağıra konuşulurdu.
Biraz daha geriye gidelim 1976 yıllarına dönelim.
O yıllarda fotoğraflar siyah beyazdı ancak hayatlar renkliydi. Menfaat uğruna dostluklar, akrabalıklar harcanmazdı.
Akşamları çat kapı komşulara misafirliğe gidilirdi.
Televizyonlar evlere yeni yeni girmeye başlamıştı. Her evde bulunmazdı.
Mesela ben iyi hatırlıyorum. Bizim sokakta ilk televizyonu alan Bakkal Duran ağabey vardı. Neredeyse Yavuzlar Mahallesi 501 Sokakta yaşayan herkes bakkal Duran ağabeyin evine giderdi akşamları televizyon izlemeye. Tıpkı yazlık-kışlık sinema gibi dolardı evleri.
O yıllarda yazlık-kışlık sinemalar vardı. İnsanlar aileleriyle genelde yaz günleri sinemalara giderdi. Hiç unutmuyorum Yavuzlar ve Sinanpaşa Mahallelerinde İpek Sineması, Alemdar Sineması, Mine Sineması, Yavuzlar Sineması vardı. Genellikle cumartesi günleri sinemalar kalabalık olurdu.
O yılların en meşhur filmleri Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi, Köroğlu, Kılıç Aslan, Malkoçoğlu, Karamurat ve daha yüzlerce filmi sinemalarda gösterime girerdi. Bizler de büyük bir zevkle izlerdik.
Cüneyt Arkın’ın filmlerindeki aksiyon sahnelerini abartılı bulurdu bazı insanlar. Evet abartılı olabilirdi. Ancak, Cüneyt Arkın’ın filmleri Süpermen, Rambo ve diğerleri gibi abartılı değildi.
Diğer sinema sanatçılarının filmlerini de zevkle izlerdik.
Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Adile Naşit, Münir Özkul ve kıymetli sanatçıların yer aldığı Köyden İndim Şehre filmi ile birlikte birçok filmi sinemada izlerdik.
Sinemalarda oynatılacak filmlerin afişleri duvarlara, ağaçlara asılırdı. Mesela at arabaları vardı ve kocaman afişler asılı dururken megafonla anons yaparlardı.
“Bu akşam 2 film birden..”
Bir de pek yakında oynayacak filmleri anons ederlerdi.
1968 yılında yayın hayatına başlayan TRT’nin popülerleşmesi 1980’li yıllarda başladı. Zaten bir tek TRT vardı. Her ne kadar o yıllar “Tek kanallı dönem” gibi algılansa da ‘80’lerde TRT’nin program ve dizi çeşitliliği gerçekten oldukça fazlaydı. 80’li yıllarda kaset kiralamak adeta bir üst sınıf göstergesiydi.
Televizyon yayını İstiklal Marşının okunmasıyla açılır ve kapanırdı. TV yayını ilk zamanlar haftada bir kez yapılırdı. O yıllarda bant yayını olurdu. Sonrasında haftada iki-üç derken her gün yayın yapmaya başladı TRT 1 televizyonu. Tabi TV ekranları siyah beyazdı. Sonradan renklenmeye başladı TV ekranları.
O yıllarda TV ekranlarında Türk yapımı diziler Kaynanalar, Aşk-I Memnu, Kiralık Konak, Küçük Ağa, Kuruntu Ailesi yayınlanırdı. Tabi yabancı diziler de revaçtaydı.
Uzay yolu, Küçük Ev, Bonanza, Dallas, Çarli’nin Melekleri, Köle İzaura, Görevimiz tehlike, Alf, Aşk Gemisi, Altın Kızlar, Hayat Ağacı, Tatlı Cadı, Kara Şimşek, Şahin Tepesi, Zengin ve Yoksul, Bil Cosby Ailesi, Yalan Rüzgarı, Mavi Ay ve şimdi isimlerini hatırlayamadığımız bir çok dizi izlerdik. Mesela Heidi vardı. Kimsesizliğin o kadar da kötü bir şey olmayacağını düşündüren kız. Ayaklarının neden çıplak olduğunu yeni öğrendik. Köylülerin ayakkabısı olmazmış o dönemde İsviçre'de. İsviçre sınırları içinde bir tane Heidi'li hediyelik eşya yoksa bundandır.
Mesela Kara Şimşek dizisi kadınları ve erkekleri aynı anda televizyon karşısına oturtmayı başarabilen diziydi. Erkekler diziye adını veren akıllı otomobil KITT'e, kadınlar Michael Knight'a hastaydı.
Biz o yıllarda hem çalışır, hem okula giderdik. Pazar günleri çocuk aklımızla oyunlar oynardık. Karnımız acıktığında "Annneee" diye bağırdıktan beş dakika sonra salçalı ekmekleri hazır olurdu. Salçalı ekmek molasından sonra kudurmaya devam ederdik. Yıllar yılları kovaladıkça sinema kültürü yok olmaya başlarken herkesin evinde televizyon olmaya başladı. Artık insanlar sinemalara gitmez oldu. Günümüzde her evde televizyon var, her insanda cep telefonu var. Dolayısıyla insanların birbirleriyle sohbetleri bitti. Komşuluklar neredeyse yok denecek duruma geldi. Eskiden her evde telefon yokken şimdi her evde herkeste cep telefonu var. Dolayısıyla evlerde her bireyin elinle cep telefonu, oyun oynamalar mesajlaşmalar derken sohbetler bitti.
Sahi biz neden böyle olduk?
Bunun cevabını verebilecek insan var mı?
NOT: BU KÖŞE YAZISI YAZILIRKEN YAPAY ZEKADAN FAYDALANILMAMIŞTIR!
Yorumlar
Kalan Karakter: