Modern çağ, görünürlüğü özgürlüğe eşitleyen bir yanılsama üzerine kuruludur. Özellikle kadın söz konusu olduğunda, bu yanılsama daha da karmaşık bir hal alıyor. Sahneye çıkan, bedenini sunan, kendini arzunun nesnesi olarak konumlandıran kadın figürü kimi zaman "özgürleşmiş kadın" ikonuna dönüştürülüyor.
Ama sormak gerekir; bu gerçekten özgürleşme midir, yoksa başka bir iktidarın biçim değiştirmiş baskısı mı?
Bugün dijital platformlarda, sahne gösterilerinde, moda ve popüler kültürün içinde "özgür kadın" anlatısı dolaşıyor. Bedenini açan, arzuyu yöneten, cesurca dans eden kadın figürü... Ancak burada sık sık gözden kaçırılan kritik bir detay var; görünürlük, her zaman özneleşme anlamına gelmiyor. Tersine, kadın çoğu zaman görülmeye değer olmak için kendini başkalarının bakışına sunmak zorunda kalıyor. Bu ise özgürlüğün değil, yeni bir esaret biçiminin ipuçlarını taşıyor.
Jean Baudrillard, çağdaş toplumlarda gerçekliğin yerini imajın aldığını söyler. Bu durumda kadının bedeninin sahnede sergilenmesi, çoğu zaman kadının kendisini değil, onun temsilini yansıtır. Bu temsil ise çoğu kez kadının kendi arzularının değil, erkek bakışının -Lacan’ın gaze dediği- bir yansımasıdır. Yani kadın orada değildir; orada olan, ona atfedilen fantezidir.
Michel Foucault’nun “iktidar her yerdedir” sözü tam da burada anlam kazanır. Kadınların özgürleştiğini sandığı birçok alan, aslında iktidarın şekil değiştirmiş araçlarıdır. Kadın bedeninin teşhiri de, özgürlük maskesi altında işleyen yeni bir normatif baskı mekanizmasıdır. Dans eden, açılan, sergilenen beden; özneleşmeyi değil, çoğu zaman arzunun nesnesi olmayı pekiştirir. Bu, Sartre’ın ifadesiyle “başkalarının gözünde var olmanın cehennemi”dir.
Bu tabloya karşı elbette şunu da vurgulamak gerekir; kadın sadece “makbul” “terbiyeli” ya da “iffetli” bir varlık olarak var olmaya da mecbur değildir. Bu da başka bir cehennemdir. Çünkü o kadın tanımı, özne olmaktan çok bir “ahlaki figür”dür. Kadın burada da başkasının ideolojisine hizmet eder; bu kez modern kapitalizmin değil, geleneksel muhafazakarlığın.
Asıl mesele, Hannah Arendt’in ifadesiyle “düşünme cesareti”dir. Kadın, kendi yaşamı üzerine düşünmeli, seçimlerinin özünü sorgulamalı ve özgürlüğünü sadece davranışsal değil, varoluşsal düzeyde kurmalıdır. Özgürlük, sadece ne yaptığınla değil, neden yaptığınla ilgilidir. Arzu edilen olmak mı, yoksa arzuyu belirleyen olmak mı?
Kadının kendilik arayışı, ne sahnede çıplaklıkla ne de evde suskunlukla özdeşleştirilebilir. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi “kadın doğulmaz, kadın olunur” ve bu olma süreci, toplumsal, kültürel ve tarihsel kodların çok ötesinde bir bilinçlenmeyi gerektirir.
Bugün bir kadının güçlü, sade ve derin bir varoluşu tercih etmesi, ne az görünmekle ilgilidir ne de çok görünmekle. Mesele, görünürlüğün kaynağının ne olduğu; kimin için, ne adına, ne karşılığında olduğu...
Özgür kadın, en çok nerede konuşacağına, nerede susacağına, nerede görüneceğine ve nerede görünmeyeceğine karar verebilen kadındır. Çünkü görünmemek de bir direniş biçimidir. Sade yaşam, tüketimin, teşhirin ve yarışın dışında kalma cesaretidir. Ve bu sade varoluş, hem zihinsel hem etik olarak derin bir tercihtir.
Nietzsche der ki; "Kendi olabilmek, büyük bir sanattır." Kadın için de bu sanat, başkalarının arzu nesnesi olmaktan çıkıp, kendi arzularının failine dönüşmektir.
Ve belki de asıl özgürlük; ne göz önünde ne göz ardında, sadece kendi bakışında yaşamaktır.
Yorumlar
Kalan Karakter: