Toplumların belleğinde bazı kavramlar vardır ki, anlamı sabitlenmiş gibi görünse de, aslında iktidarların elinde eğilip bükülmüş, belli bir cinsiyetin omzuna yüklenmiş kırılgan ağırlıklardır. “Namus”, bu anlamda yalnızca bir değer değil; tarihsel, kültürel ve ideolojik bir mühürdür de aynı zamanda. Üstelik bu mühür çoğu zaman, sadece kadın bedenine basılmıştır.
Bugün namus denince akla hâlâ bir kadının davranışı, kıyafeti ya da cinselliği geliyorsa; ortada sadece ahlaki bir problem değil, epistemolojik bir yanılgı vardır. Zira namus, kadınlara atfedilen biyolojik bir kader değil; bireyin toplumsal yaşamdaki etik duruşunu belirleyen, cinsiyet üstü bir değerler sistemidir.
Tarihsel olarak namus kavramı, farklı uygarlıklarda farklı anlam evrenlerinde dolaşmıştır. Antik Yunan’da “areté”, bireyin erdemli oluşunu tanımlarken bunu cinsiyet ayrımı gözetmeden yapardı. Roma’da pudicitia, sadakatle bağlantılıydı ama bu sadakat yalnızca kadınların değil, toplumun tüm üyelerinin etik duruşuyla ilişkiliydi. Ne var ki tarih ilerledikçe, özellikle tek tanrılı dinlerin ve ataerkil toplumsal yapının hakim olduğu dönemlerde, namus kavramı kadınların biyopolitik kontrolüne dönüştü. Kadın bedeni, yalnızca arzunun değil, artık ailenin, toplumun, hatta milletlerinin “şerefi”nin taşıyıcısı olarak kodlandı.
Bu noktada Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramı, meselenin derinliğini açığa çıkarıyor. Toplum, kadına yüklediği “namus” rolünü bir doğallık gibi sunar. Kadınlar, bu kurgulanmış normları sorgulamaksızın içselleştirir; erkekler ise bu düzenin denetleyicisi olarak konumlandırılır. Böylece cinsiyetçi bir etik mimarisi inşa edilmiş olur; kadınlar temsil eder, erkekler gözetler.
Sosyolojik açıdan bakıldığında, bu ayrım yalnızca kadınları baskı altına almakla kalmaz; erkekleri de “namus bekçiliği” görevine mahkum eder. Bu görev, onların kendi etik sorumluluğunu kadının bedeni üzerinden tanımlamasına neden olur. Oysa Julian Pitt Rivers’ın antropolojik analizleri, namusun bireyin toplum içindeki itibarı, güvenilirliği ve sözünün ağırlığıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu bağlamda yalan söylemek, sözünde durmamak ya da bir başkasının hakkına tecavüz etmek -cinsiyeti ne olursa olsun- namussuzluktur.
Fakat toplumsal algı hâlâ kadınların “korunması” gereken birer ahlaki emanet olduğu fikrinde ısrar etmektedir. Bu, ahlaki eşitliğin değil, denetimsel üstünlüğün bir göstergesidir. Gerçek ahlak, bedene değil, davranışa bakar; cinsiyete değil, vicdana yaslanır.
Psikolojik düzlemde ise namusun cinsiyetli biçimde inşa edilmesi, bireylerin kimlik gelişiminde derin yarıklar oluşturur. Kadınlar, kendi bedenleriyle olan ilişkilerini suçluluk, utanç ve içselleştirilmiş denetimle kurar. Bu durum, sadece özsaygılarını değil, özerkliklerini de zedeler. Carol Gilligan’ın ahlak gelişimi kuramı, bu bağlamda oldukça etkili ve açıklayıcıdır; kadınlar ahlaki kararlarını ilişkisel bağlamda alırken, erkekler çoğunlukla bireysel ve kural merkezli yaklaşır. Ne var ki, toplum bu kural sistemini erkekler lehine kurar; kadınları ilişkisel bağın sorumluluğuna iter, erkekleri ise -dışarıdan- ahlaki otoriteye dönüştürür.
Bu dengesizlik, iki cinsiyeti de psikolojik baskı altında tutar. Kadın, denetlenmeye; erkek, denetlemeye zorlanır. Sonuç, ne gerçek bir özgürlük ne de içten bir etik gelişimdir. Sadece roller vardır. Ve roller, kişiliğin değil, beklentilerin maskesidir.
Namus kavramının yeniden tanımlanması, hem toplumsal adaletin hem de bireysel bütünlüğün ön koşuludur. Gerçek bir ahlaki topluluk, kadın ya da erkek fark etmeksizin, bireyin etik duruşunu esas alır. Verdiği sözü tutmak, bir başkasının hakkını gasp etmemek, şiddetten uzak durmak, sadakat göstermek... Tüm bunlar namusun asli bileşenleridir ve cinsiyetle sınırlandırılamaz.
Namus, bir kadının etek boyuyla ölçülemez; bir erkeğin sahiplenme dürtüsüyle tanımlanamaz. Namus, vicdanla kurulan derin bir hesaplaşmanın adıdır. Ve bu hesaplaşma, toplumun her bireyinden beklenmelidir.
Ve sonuç olarak; namus, yalnızca kadınlara yüklenen tarihsel bir külfet değil, insan olmanın beraberinde getirdiği etik sorumluluğun ta kendisidir. Bu kavramı cinsiyetçi kalıplardan arındırmak, yalnızca kadınları özgürleştirmez; erkekleri de yüzeysel iktidar rolünden kurtarır. Toplumsal dönüşüm, anlam dönüşümüyle başlar. Ve namus gibi kavramlar, yeniden tanımlandığında, sadece sözcüklerin değil, hayatın çehresi de değişecektir.
Yorumlar
Kalan Karakter: