Özgürlük, hiçbir şeye sahip olmadan, hiçbir şeyin seni sahiplenemediği bir yerden başlar.
Bu tespit, bugünün dünyasında paradoksal ama bir o kadar da keskin bir hakikati ortaya koyuyor. Modern yaşamın görünmez zincirleri, bizi sadece daha çok şeye sahip olmaya değil, aynı zamanda bu “şeylerin” esiri olmaya da zorluyor. “Neden hâlâ ev almadın?” “Arabanın modelini ne zaman yenileyeceksin?” gibi sorular, aslında sahiplik üzerinden kurulan kimlik rejiminin sorgulanmaz kalıplarıdır da aynı zamanda.
Kapitalizm, sadece bir ekonomik sistem değil; bir varoluş rejimidir. Sadece ne ürettiğin ya da tükettiğin değil, neye nasıl sahip olduğuna göre değer biçer insana. Bu değer biçme, insanların birbirlerine ve kendilerine yabancılaşmasının temel nedenidir. Çünkü sahiplik, özgürlüğün değil, tahakkümün dilidir. Evin, araban, hatta sosyal çevren bile senin sınırlarını belirler; sen onları değil. Bugün birey olarak değil, borç ve mülklerinle varsın. Banka hesapların, kredi kartların, taksitlendirilmiş harcamaların... bunların hepsi ve daha fazlası birer gözaltı hücresidir. Sahip olmak, özgürleşmek değil; tutsaklaşmaktır.
İşte bu yüzden “mülk vatandaşlığı” diye bir kavram çıktı ortaya; sahip olunanlar üzerinden verilen bir sosyal statü, bir aidiyet biçimi. Ama bu aidiyet, aidiyet değil; bir tür cüzdan kimliği, ekonomik pasaport. Kimlik yerine mülk taşımak, bireyi politik varlık olmaktan çıkarır; tüketici ve borçlu bir makineye dönüştürür. Bu da, kişisel özgürlüğün en kaba haliyle çiğnenmesidir.
Sahip olmanın dayattığı hayat biçimi, aynı zamanda insan ilişkilerini de mülk mantığına göre düzenler. Aşk ve dostluk “benim olan” ile “sahip olamadığım” arasındaki bir mücadelenin arenasına döner. Sahiplik duygusu, sevgiyi mülkleştirir, insanı ise yalnızlaştırır. Ne kadar çok sahiplenirsen, o kadar çok kaybedersin aslında. Çünkü sahip olmak, kaybetmenin önsözüdür.
Güvenlikli siteler, yüksek duvarlar, kapalı mahalleler; bunlar modern dünyanın “özgürlük alanları” olarak sunulur. Ama bu alanlar, aslında insanı hayattan, komşusundan, dünyadan soyutlayan, yalıtan hapishanelerdir. Her şey birbirine fiziksel olarak yakın olsa da, insan ilişkileri tarih boyunca hiç olmadığı kadar mesafeli ve yapaydır. Empati yerini izolasyona bırakmıştır. Dünya “biz” ve “onlar” ayrımının keskinleştiği, sınırların çoğaldığı bir yer haline gelmiştir.
Bugün mülk sahibi olmamak, sadece ekonomik yetersizlik değil; bilinçli ve direnişçi bir tavırdır. Hiçbir şeye sahip olmamak, aslında “hiçbir şeyin benim olması gerekmez” diyebilmektir. Bu, kapitalizmin ve onun dayattığı sahiplik kültürünün dışında yeni bir özgürlük tanımıdır. Çünkü sahip olmadan da var olmak, aidiyet kurmak ve hatta sevmek mümkündür. Dahası, sahip olmamak, kendini nesnelerin ve sistemin tahakkümünden kurtarmaktır.
Sahiplik arzusu, sadece bireysel bir hırs değil, aynı zamanda toplumsal yıkımın da kaynağıdır. Savaşlar, sömürüler, çevresel felaketler, insanın doğayla ve kendisiyle kurduğu sahiplenme ilişkilerinin trajik sonuçlarıdır. “Bu toprak bizim” “Bu kaynaklar bizim” demek, doğaya, insana, özgürlüğe karşı uygulanan en büyük şiddettir. Sahip olma isteği, insanın kendisiyle ve dünyayla olan bağını koparır.
Buna karşılık, hiçbir şeye sahip olmamak, en radikal aidiyet biçimidir. Çünkü bu, tahakkümün değil, özgürlüğün adresidir. Bu bilinçle yaşamak “benim olan” ile değil “hepimizin olan” ile ilgilenmektir. Bu, dayanışmayı, paylaşmayı, birlikte var olmayı yeniden keşfetmektir.
Bugün çoğumuz, sahip olma yarışının yorgun ve yalnız yarışçılarıyız. Sahip olmadan da var olunabilir. Dahası, sahip olmadan daha özgür, daha bütün ve daha insani var olunabilir. Yeni bir dünyanın umudu, işte bu özgürlük alanında, sahip olmaktan vazgeçenlerin inatçı direnişinde yatar.
Hiçbir şeye sahip olmamak, eksiklik değil; en güçlü varoluş ve direnç biçimidir. Çünkü özgürlük, ancak hiçbir şeyin seni sahiplenemediği, hiçbir şeyin seni sınırlandıramadığı yerde mümkündür.
Yorumlar 1
Kalan Karakter: