“Bir şeyin gerçek olmasından daha önemli olan , o şeyin gerçek olarak algılanmasını sağlamaktır.” Amerikalı siyasetçi Kissinger.
Devletlerde, toplumların çok büyük bir kısmı yüzeysel düşünmeyi tercih eder. Onları derinden düşündüren konuların öncelik sırası genelde benzerlik gösterir; geçim, güvenlik, siyaset..
Tabi bu yüzeysel düşünme oranı bazı toplumlarda değişiklik gösterebiliyor; bu değişiklik oranı toplumdaki insanların okur yazarlığı, okuduğunu anlama kabiliyeti, mezuniyetleri gibi etkenlerle paralellik gösterir.
Okuduğunu anlayan, okuduğunu analiz etme kabiliyetine sahip olanların oranının fazlalığı, aidiyetleri oldukları devletin kalkınmasında önemli paya sahiptir.
Bu devletler genelde kalkınmış, güçlü ve ideolojik yapısı olan devletlerdir. Ne var ki aynı yapıdaki bir toplumu başka devletler için asla istemezler. Bu tür devletler kendine uydu olan devletçiklerde, sorgulamayan, eleştirmeyen, asalak bir toplumun oluşması için yapay gündemler yaratırlar.
Örneğin ABD’nin 11 Eylül sonrası tüm dünya toplumlarına dayattığı algı, oluşturdukları yapay gündemin bir sonucuydu. Kendi ikiz kulelerinin yıkılışını dramatik sahnelerle tüm dünyaya servis eden ABD‘li yetkililer bu dramatik sahnelerin zincirleme olarak tüm Ortadoğu ülkelerinde yaşanacağı mesajını vermişlerdi.
Zaten “Algı” dediğimiz kavram “ikna ve inandırma faaliyetleri” olarak ABD’nin Soğuk Savaş Dönemi’nden beri ustalıkla kullandığı bir yöntemdir; bunun için “Algı Yönetimi” birimi dahi oluşturulmuştur.
Bu “Algı yönetimi” 21.Yüzyılın, belki de başından beri ABD’nin “Sessiz silahı” olarak uydu devletlerin toplumları üzerinde tecrübe edilmiş ve çoğu zaman hedef kitle üzerinde başarılı sonuçlar doğurmuştur.
ABD gibi güçlerin bu yönetimi sadece uydu devletlerin toplumları üzerinde tecrübe edilen bir yöntem değildir tabi ki; kendi toplum yapısını yönetmede de oldukça başarılı sonuçlar almışlardır; özellikle devletin “halkından gizlenen amaçları” sorgulamaya zamanı olmayan bir toplum yaratmakta başarılı oldukları apaçık..
Algı yönetimini her ne kadar Soğuk Savaş Dönemi’nin örnek vererek açıklamaya çalışsalar da, esasında bu yöntem tarihin her döneminde her güçlü ve kendi teşkilatlarına hakim olan devletler tarafından kullanılagelmiştir.
Örneğin Osmanlı Devleti bu devletlerden biridir. Üstelik Osmanlılar bu algı yönetimine oldukça profesyonel ve bilimsel olarak yaklaşmış ve aynı ciddiyetle uygulamışlardır. Örnek mi?
İstanbul’un fethi öncesi söylenen “Kardinal kavuğu giymektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz” sözü aslında Osmanlı’nın bu yöntemi nasıl başarılı bir şekilde kullandığını gösterir.
İstanbul’un fethi sadece Şahi topları ve gemilerin karadan yürütülmesi ile gerçekleşmemiştir; fethin alt yapısının oluşturan, Fatih'in Bizans Ülkesi’nde gizlice yaptığı algı çalışmaların da fethin gerçekleşmesinde katkısı büyük olmuştur.
Devleti yönetenler hakim oldukları kurumları yönetme becerisi gösterdikleri sürece ”Algı yönetimi”ni başarıyla yürütürler. Aksi durumda, yani kurumlarına hakim olamayan yönetim yine bu “Algı” silahı ile vurulma ve nihayetinde yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalırlar.
Bahsettiğim tehlike, yani algı silahının ters tepmesi, genelde demokratik ülkelerdeki yöneticileri için geçerlidir; çünkü demokratik ülkelerde, özellikle sosyal medyanın yaşamın vazgeçilmez olduğu ülkelerde, yönetimden hoşnut olmayan ve bir şeylere inanma ihtiyacı hisseden bireyler, bu ihtiyacı sosyal medya üzerinden kendilerine sunulan süslü cümlelerle gidermek isterler.
Bu bireylerin ihtiyacını gidermek için yöneticiler aleyhine görsellikle süslenmiş özlü sözler ardı ardına yayınlanır. Yöneticiler bu bireyler gözünde, önce Şeytana dönüştürülür, sonrası oldukça kolaydır.
Amerikalı siyasetçi Kissinger’in şu sözü algı yönetimi için bir anahtar niteliğindedir: “Bir şeyin gerçek olmasından daha önemli olan, o şeyin gerçek olarak algılanmasını sağlamaktır.”
Bunun için de gerçek-kurgu arasındaki çizginin bulanıklaştırılması gerekir. Bu bulanıklaştırma çabası algı sürecinin en önemli safhasıdır ve başarılı algı yönetimi için tek seferde hatasız biçimde yapılması şarttır.
Çinli General Sun-Tzu’nun 25000 yıl önce yaptığı şu tespit 2500 yıl sonra da geçerliliğini korur: “Mükemmellik yüz savaşın yüzünü de kazanmak değildir. Asıl maharet düşmana hiç savaşmadan boyun eğdirmektir.”
Vaktiyle Büyük Hun Devleti’nin ulu hükümdarı Mete Han’ın Çin’i doğrudan yönetmek istemeyişinin altında yatan neden de işte Sun-Tzu’un maharet olarak gösterdiği “boyun eğdirme” gücünü kendinde görmemesidir.
Günümüzde ABD, savaşmadan “boyun eğdirme”yi Ortadoğu ülkelerinde oldukça başaralı biçimde uygulamaktadır.
İstihbarat servislerinin kurduğu El Kaide , Boko Haram ,Deaş gibi terör örgütleri aracılığıyla Ortadoğu’nun Müslüman toplumunu terörle, genç kızların kaçırılmasıyla, insanları diri diri yakmakla özdeşleştirmeyi başarmıştır; en azından Amerikan toplumuna bu algıyı en kırcal damarlara kadar işlemeyi başarmışlardır.
Bunun en net örneğini, Hollywood filmlerindeki iyi ve kurtarıcı insan karakterini, lacivert takım elbiseli Amerikalılar olduğuna, kötü ve terörist karakterli insanın da başında Müslümanlık sembollerinden takkeli siyahımsı şahsiyetler olduğuna dikkat ederek görebilirsiniz. İşin daha ilginç yanı ise bu filmlerin Müslüman Ülkelerde tepkisiz biçimde oldukça yoğun ilgi görmesidir.
Tepkisizlikleri, önlerine getirilen yapay uğraşılarla meşgul olmalarındandır.
Akıllara Portekiz Diktatörü Salazar’a sorulan “Halkı nasıl idare ettin?” sorusuna Salazar’ın verdiği cevap gelmektedir:
“3f” ile idare ettiğini söyleyen Salazar, “3f” nin ne olduğunu da şöyle dile getirmiştir:
“Fado(dans), Fiesta(eğlence),Futbol..
Yazımı, yapılan algı çalışmalarında Müslümanları kendi toplumuna karşı nasıl başarılı biçimde yönlendirildiğine dair bir örnekle tamamlayayım:
"Körfez Savaşı sırasında Irak füzelerinin Türkiye’yi vuracağı, medyamızda öyle bir işlenmişti ki,ABD, Irak’ı vurmaya başlayarak orada yaşayan Müslümanların üzerine bomba yağdırırken bizim halk sokaklara dökülüp bu saldırıyı alkışlamıştı. Yine Obama2nın başkanlığı bizim ve bir çok ülkenin halkı tarafından kutlanmıştı."