Tarihçi Arnold Toynbee’nin meşhur biz sözü vardı medeniyetlerin yok oluşlarıyla ilgili: “medeniyetler öldürülmez - intihar ederler” Ya da başka bir çeviri ile “medeniyetler cinayetle değil intiharla ölür.”
Kadim geçmişte uygarlıkların yaşayışları arasında keskin farklılıklar varken günümüzde birinin diğerini taklit ederek kendi benliklerini veya kültürlerini yok etmeleri Toynbee’nin sözünü doğrulayan en önemli göstergedir.
Mesela 16. Yüzyılın başların kadar doğu toplumuna imrenen Avrupa toplumu, eğer Papalığın baskısı veya otoritesi olmasaydı o gün belki de bir çok gelenek ve göreneklerini terk edeceklerdi. Onları kültürel intiharın eşiğinden alan Papalık kurumunun otoritesi olmuştu.
Ama aynı durum 18. Yüzyıl sonrası İslam toplumu için geçerli değildi maalesef. Avrupa’ya giden ilk öğrencilerle başlayan “kültürel intihar” zamanla Osmanlı toplumuna virüs gibi hızla yayıldı.
Tabi bu hızlı yayılışta İslam medeniyetini temsil eden Osmanlı’da gelenekçi zihniyetin ağırlığı veya otoritesi nedeniyle teknolojik yeniliklere kapalı toplumun kendine özgü üretiminin olmaması önemli bir nedendir.
Hal böyle olunca önce “sert gücü”nü gösterip ardından ne olduğunu açıklayacağım ”yumuşak güç”le Osmanlı ve dolayısıyla İslam toplumunu bütünüyle hegemonyasına alan Batının emperyalist devletleri doğunun kendine özgü kültürünü intihara sürüklemekten büyük zevk aldılar.
Kadim geçmişte İspanya, Hollanda ve son 20.Yüzzyılın ortalarına kadar da İngiltere’nin intihara sürüklediği İslam medeniyeti, 20.Yüzylın ortalarından itibaren de –özellikle soğuk savaş dönemiyle birlikte- Amerika eliyle veya Amerika’nın “yumuşak gücüyle” intihara meyilli hale getirildi.(Medeniyetlerin intihar süreci tabi ki hızlı şekilde gerçekleşen bir olay yada olgu değildir. En az 100 yıllık bir süreci kapsar.)
Ancak günümüze geldiğimizde; yarım asırdır medeniyetler üzerinde hegamonik bir güç kuran Amerika’nın kendisinin kültürel ve varsa medeniyet olarak, intihara doğru hızla sürüklediğine şahit oluyoruz. Tabi 90’lı yıllarda bu tür söylemler komplo teorisi olarak algılanabilirdi ama her şeyin gözümüzün önünde gerçekleştiği bu dönemde bu söylem için komplo teorisi demek çok da gerçekçi olmaz.
Amerika’nın Medneiyetleri adeta hara-kiri yaptırmaya zorlamasında en büyük etken Amerika’nın yumuşak gücüydü. Sert güç dediğimiz askeri ve ekonomik güç kadar önem verdikleri bu yumuşak güç neydi peki?
Aslında “Yumuşak güç”ün “yaratcısı” siyaset bilimci Joseph Nye’di. Ve Nye ilk kez kullandığı bu kavramı “Yumuşak güç, bir devletin diğer devletlerin tercihlerini değiştirebilme becerisidir.” Şeklinde açıklamıştı. Ama en anlaşılır şekilde yapılan tanımı ise şuydu: “Yumuşak güç, bir devletin diğer devletleri herhangi bir şey yapmaya zorlamak yerine, onlarla dolaylı bir şekilde işbirliği yaparak istediği sonuçları elde etmesidir.”
İşte Amerika’nın on yıllarca yaptığı tam da buydu; toplumları bir şey yapmaya zorlamamak ama onlara onların ilgisini çekecek, iştahını kabartacak imkânlar sunarak yapmak istediğini yaptırmak..
Yumuşak gücün temel felsefesi aslında "Eğer istediğim şeyi isteyebilmeni sağlayabilirsem, o zaman yapmak istediğim şeyi yapmaya seni zorlamama gerek kalmaz” cümlesinde özetlenmişti. Yıllar boyu demokratik sistem, özgür yaşam tarzı, rekabetçi serbest ticaret anlayışı, insan hakları alanında öncülüğü, , teknoloji ve kitle iletişim araçlarındaki yenilikçiliği ilericiliği, televizyon programları ve sinema filmleri, popüler müziğin öncülüğünü yapması,bilimsel faaliyetlerin etkililiği gibi bir çok yumuşak güç unsurları Amerika’nın son yıllara kadar dünyada çekim gücünün rakipsiz olduğunu gösteren unusurlardı.
Peki ya şimdi?
Yorumlar
Kalan Karakter: