Yıllar boyunca Amerikan film endüstrisi, Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyanın kurtarıcısı rolünü ve Amerikan askerlerinin Dünya Savaşı'ndaki kahramanlığını 1962’deki "En Uzun Gün" ve "Er Ryan'ı Kurtarmak" gibi filmlerle taçlandırmaya çalışmıştı.
Normandiya çıkarması ile kendini iyice bu havaya sokan Amerika sözde “kurtardığı” ülkelerde sinsi bir hegemonya kurmaktan geri durmamıştı. Bu sinsi hegemonyayı fark eden Fransa’nın eski liderlerinden General de Gaulle 1964’de Normandiya Çıkarmasının yıl dönümünde kutlamalara katılmadığında kendisine yönelen eleştirilere "Bu operasyon ülkemin yeniden işgalinin başlangıcı iken, Amerikalıların Normandiya'ya girişini anan törene katılmamı mı istiyorsunuz? " şeklinde açık ve net biçimde cevap vermişti.
Tarihler 1980’leri gösterdiğinde Amerika’nın yapay olarak piyasaya sürdüğü Komünizm tehdidi ülkesinin Amerikalıların hegamonyasına girmesinden endişelenen Fransızları bile Amerika safına itmiş ve Amerika bu yapay tehditle hemen hemen tüm devletleri kendine bağlamayı başarmıştı.
Nitekim Fransa’nın sonraki Cumhurbaşkanlarından Francois Mitterrand 1986’daki kutlamalara bir çok liderin yanında Amerika’nın o dönem ve 40. Başkanı Ronald Reagan'ı da davet etmişti ve tabi davetliler arasında Kraliçe II. Elizabeth de yar almaktaydı.
Fransızlar ortak menfaat gereği her ne kadar önceki Amerika karşıtlığı düşüncesini bir kenara ıraksalar da Amerika Başkanı misafir olarak geldiği bu ülkede ve törene yaptığı konuşmada "Özgür dünya" sloganı ile kendi ülkesini ve hatta kendisini demokrasinin savunucusu ve koruyucusu olarak tanıtma ukalalığında bulunmaktan asla çekinmedi.
O kadar saldırgan bir üsluvbu vardı ki o konuştukça yüzü şekilden şekle giren Mitterrand’a muhtemelen önceki Cumhurbaşkanlarından de Gaulle’u haklılığını düşündürüyordu. Kendini ve ülkesini demokrasinin havarisi gibi gösteren Reagan’dan sonra gelen konuşmacılar onun tonunu aşacak cümleler sarf etmekten geri durdular;ne de olsa Amerika’nın ürettiği “Komünizm belası” her an onları tarihe gömebilirdi.
Sonraki dönemlerde yapılan kutlamalar ya da anmalar adeta Amerika’nın ve diğer emperyalistlerin, başka bir emperyalist devlet üzerinden dünyaya meydan okuyan mesajlarının merkezi haline geldi.
Geçen yıl yine bir anma düzenlendiğinden yine Amerikan Başkanı demokrasiden bahsetti. Üstelik dünyanın her noktasında çıkardığı savaşlarla milyonların hayatını alt üst ettikleri bu dönemde..
Yine Fransa’da yine kendi ülkesini ön plana çıkarmaktan geri durmadı; “Özgürlük değerlidir, demokrasi değerlidir, Amerika değerlidir ve dünya değerlidir" şeklinde kanlı demokrasi anlayışının değerliliğinden bahsedip durdu.
Tabi Amerika’nın elinde oyuncak olan Zelensky de kendini değerli gören Amerikan Başkanı’ndan geri kalır mı? Oda “" Normandiya Muharebesi, Ukrayna ulusunun bugünkü haklı mücadelesine nasıl paralellik gösteriyor?" şeklinde konuşma yaparak Rusya’yı Nazilerin safına itivermişti.
Amerika 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana bu savaştaki kahramanlık rolüne kimseyi ortak yapmak istemedi ve Rusya’yı da, bu role ortak olmaması için saf dışı bırakmak için elinden geleni yapıp Rus yayılmacılığı hikayesiyle Rus düşmanlığını körükledi.
Sözde Rus tehlikesi ile özellikle Baltık ülkelerindeki milliyetçilik duyguları harekete geçirmeye çalışan Amerika, 2.Dünya Savaşı’nda, savaşın başlarında Sovyetlerin Almanya ile birlikte işgal girişimlerini tüm savaş boyunca yapıyormuş gibi göstermekten geri durmadı. Bunu film endüstrisinde, görsel ve işitsel medya araçlarında görmek ve duymak mümkün. Tabi Rusya’nı Ukrayna’ya saldırması ya da Rusların bu saldırı için kışkırtılması Amerikalılara istediği ortamı sağladığı gibi (onlara göre)tezlerinin haklılığını da kanıtlamış oldu.