Velhasıl kendinden önceki iktidarların düşündüğü gibi Amerika’ya bel bağlama yerine kendi hamurunu kendisi yoğurmaya karar veren De Gaulle bir konuşmasında şunları söyleyecekti:
“Bir büyük devletin, ne kadar dost olursa olsun, kaderini başka bir devletin kararlarına bırakması hoşgörü ile karşılanabilecek bir durum değildir... başka bir ülkeyle bütünleşen bir ülke, ulusal savunmasına ilgisini kaybeder; çünkü artık ondan sorumlu değildir.”
Bu cümeleleri daikalarca ayakta alkışlanan De Gaulle, dünyada söz sahibi olan bir Fransa “yaratmak”için kollarını sıvadı ve ilk olarak Amerika ve İngiltere’nin gölgesinden kurtulmak için NATO’dan uzaklaştı ve 1966’da askeri kanadından da çekildi;çünkü on göre “Fransa büyüklük olmadan Fransa olamaz”dı.
Her fırsatta “Fransa, yapabileceği için, her şey onu yapmaya davet ettiği için, Fransa olduğu için, dünyanın merkezinde bir küresel politikaya önderlik etmelidir.” Diye cümleler kuran De Gaulle blok sistemini zayıflatmak ve Avrupa’nın bölünmüşlüğünü sona erdirmek amacıyla Sovyetler Birliği ve onun uydu rejimleriyle uzlaşma politikası izlemeye başladı. En önemlisi Çin’i tanıdı.
Bununla da yetinmedi De Gaulle; 963’te Federal Alman Cumhuriyeti ile bir dostluk ve işbirliği anlaşması (Elysée Anlaşması) imzaladı.
Büyük Fransa yolunda Anglo-Saksonların etkisini Avrupa üzerinde azaltmayı planlayan De Gaulle AET üyesi iken İngiltere’nin çeşitli başvurularını veto etmekten çekinmemişti.
Sıradaki hedef Nükleer güç sahibi olmaktı. Ona göre ABD güvenilmez bir müttefikti zira Sovyetler Birliği ile arası iyi olduğu sürece nükleer gücünü kendileri için kullanmayacağını çok iyi biliyordu.Yani Amerika’nın kendilerini koruma garatisine beş bağlamak ona göre aptallıktı.(Bu gün yaşasaydı Trump siyasetinin kendisini ne denli haklı çıkardığını keyifle izlerdi)
1945’teki de Gaulle’ün Geçici hükümeti Atom Enerjisi Komisyonu’nu kurarak nükleer silah geliştirmenin zeminini oluşturdu.
De Gaulle ve kilit roldeki bazı askeri görevlilerin ısrarıyla nükleer patlayıcıların fizibilitesini araştıran bir komite oluşturuldu. Aynı görevliler, bir nükleer silah ve nükleer denizaltı prototipi yapılmasını önerdiler. Süveyş Bunalımı ve sonrasındaki durum Fransız hükümetinin nükleer silah geliştirme planlarını hızlandırmasına neden oldu.
Fransa, 18 Ekim 1945'te -ABD'den de önce- sivil atom enerjisi kurumu kuran ilk ülke oldu. Amaç, “Fransız nükleer fizikçilerinin 1939 öncesinde sahip oldukları liderlik konumunu yeniden ele geçirmekti.” 1935 Nobel Kimya Ödülü sahibi Frederic Joliot-Curie Yüksek Komiserlik görevini üstlendi;kendisi Fransa'nın en önemli nükleer bilim adamı olarak kabul ediliyordu.
Bir süre duraksama veya çekingenlik oluşmuştu aslında Fransız siyasetçilerinde. Bunun nedeni de Nükleer silahı kesinlikle reddeden v Moskova yanlısı Fransız komünistlerin çığırtkanlığıydı. Joliot-Curie'nin de "ateşli bir komünist" olarak görülmesi Fransa’nın, Amerikan-İngiliz nükleer programından dışlanmasına neden olmuştu.
1951 yılında Joliot-Curie Yüksek Komiserlik görevinden istifa etti; Onun yerine, nükleer enerjinin hem sivil hem de askeri amaçlı kullanımını destekleyen Francis Perrin geçti.
destekleyen Francis Perrin ‘nin uzun başkanlı süresince Fransa dünyanın üçüncü büyük nükleer gücü haline geldi.
Nükleer denemeyi gerçekleştirmek nükleer programı başlatan de Gaulle döneminde gerçekleşti.
İlk atom bombası 1960 yılında Sahra’da patlatıldı. 1963’ten itibaren bu bombaların üretimine geçildi.
1963’ten itibaren Fransa, atom bombası taşıyabilen Mirage-IV uçaklarının üretimine de başladı.
1966’da ilk Fransız nükleer denizatlısı yapıldı. Fransa, 1968 yılında ilk hidrojen bombasını Pasifik’te patlattı.
De Gaulle’den sonra da uzun bir süre Force de frappe politikası istikrarlı şekilde sürdürüldü ve Fransa günümüzde ciddi anlamda Nükleer güç haline geldi.
De Gaulle’ün o dönede her ne kadar şahit olduğu haksızlıklar nedeniyle Amerika ve İngiltere’yi güvensiz müttefikler olarak görmesi bu günün Fransa’sına ışık tutmuş görünmüyor zira Fransa uzun yıllardır Amerika’nın NATO şemsiyesi altında sahte güvencelerle kandırıldığı bir ülke olmaktan kurtulamamış. Ama den azından diğer DE Gaulle sayesinde diğer Avrupa ülkelerinden az da olsa özgüvenle hareket edebilecek bir kozu var.
Şunu da belirtmeden geçmeyelim; De Gaulle’ün o dönem karşılaştığı muhalefetin De Gaulle’ü eleştirmede hiçbir sınırı yoktu. Ve o muhalefete rağmen De Gaul yoluna kararlıkla devam etti ve bu günkü o dönemin muhalif anlayışı onun sayesinde Amerika’dan bağımsız bir özgüvenle yazıp çizip konuşabiliyor..