6 Şubat depremlerinin yaşandığı 2022-2023 Eğitim dönemi artık sona erdi ve yeni eğitim öğretim dönemine başlıyoruz Eylül’de. Geçen eğitim öğretim yılının, yaşanan deprem felaketinden ötürü verimli olduğunu tabi ki söyleyemeyiz. Ama istendiği takdirde bu “verimsizliğin” elbette bir telafisi olacaktır. Nitekim Bakanlık da bu yönde adımlarını atmış bulunuyor.
Ama bizim telafisi çok zor olacak başka sorunlarımız var. Bazılarımızın aklına finansal, fiziksel, kaynak ve teknoloji yetersizliğine dair sorunlar gelebilir. Ama benim bakışımdan hareketle yazacak olursam; hayır bunlara yönelik çok ciddi sorunlarımız artık yok.
Çünkü özellikle son 15 yılda bu eksikliklere yönelik ciddi adımlar atıldı ve bu dönemde neredeyse köy okullarına kadar gerek fiziksel yetersizlikler ve sınıf mevcudiyeti sorunu, gerekse teknolojik yetersizlikler ve finansal kaynakların azlığı büyük oranda yeterli duruma giderildi.
Ama biz genelde bir eksikliğe odaklanırken diğer önemli eksikliklerin de kendiliğinden giderileceğini düşünenlerdeniz maalesef. Mesela tüm bu olumlu gelişmelerin yanında; eğitimin, elde ettiğimiz fiziksel imkânına, sahip olduğumuz teknoloji olanaklarına milli ruhu aksettiremeyişimiz ve bu olanakları kullanacak öğrencilere yönelik motivasyon araçlarının verimliliğini arttıramayışımız en temel sorun olarak geçmişten bu güne var ola gelmiştir.
Bu en temel sorunu biraz daha derinleştirip birkaç maddede ele alalım:
1- Geçmişten günümüze eğitim camiasında yapılan memnuniyet anketlerinde en çok yakınılan konulardan biri de ders saatlerine göre müfredatın yoğunluğudur. Bu yakınma her dönemin vazgeçilmez şikayet konusudur. Çünkü sınırlı ders saatlerindeki yoğun müfredat öğrenciyi “bilgi deposu” konumuna sokmaktan başka bir işe yaramıyor. Ve biz eğitimde hem pragmatist anlayışı uygulamaya çalışıyoruz hem de bu anlayışa uygun bir müfredat programı uygulamaktan kaçınıyoruz.
Örneğin Pragmatist eğitim anlayışında “hayata görelik” önemli yer tutar.Bu da hayatın içinden geçen ve sadeleştirilmiş bir müfredatla mümkün olur. Ama ne var ki biz her dönem bırakın sadeleştirmeyi verebileceğimiz maksimum seviyede bilgi vermeyi marifet sanmaya devam ediyoruz.
Böyle bir “sanrı”yla ne kadar yol kat edebiliriz acaba? Mesela Pragmatizmi eğitime uyarlayan John Dewey ideal bir eğitime örnek verirken “sayı kavramını kavratmadan önce, çocukta sayı gereksinimini canlandırmak ve yaşamda kullanılacak pratik bir alet gibi hissettirmek gerekir” şeklindeki önerisini hangi saat diliminde ve hangi sade müfredatla yapacağız?
Çocuğu bir güneş, eğitimi de onun etrafında dönen bir araç olarak gören ve bizim de örnek aldığımız Dewey’nin bu anlayışını birbiriyle uyumsuz saat ve müfredatla uygulamak mümkün mü? Değil elbette.
Böyle bir eksiklikle bilgiyi kullanma, dahası teknolojiye dönüştürme çabası ya hiç gerçekleşmez ya da istenen hızda ve sürede sonuçlanmaz.
2-Eğitim eğer bir “karakter kurma bilimi” ise bu karakterin milli karakter olması gerekmiyor mu? Oysa Türk gençliğinin –ekseriyeti olmasa da” azımsanmayacak bir oranda milli olma gibi bir derdinin olmadığını görüyoruz. O halde bu noktada ciddi sorunlar var demektir. Ya da buna engel olan yan sorunlar..
Elbette devletler eğitimi milli menfaatleri gözeten bireyler yetiştirmede bir araç olarak kullanırlar. İdeal olan da budur. İdeal olmayan ise devleti yöneten kadroların, yönetimleri, eğitimi her dönem kendi ideolojik ve politik anlayışlarına göre birey yetiştiren bir araç olarak görmeleridir. Özellikle bu amaca yönelik araçsallaştırma 1940’lardaki araçsallaştırma yöntemiyle süregeliyorsa işte bu çok ciddi bir sorun oluşturur.
Örneğin 27 Aralık 1947’de İsmet Paşa döneminde ABD ile yapılan “Fulbright Anlaşması”nın bu dönemde de adeta olduğu gibi uygulanıyor olmasının ne anlamı var?
Elbette öğrencilerimizin ABD’de burs alma hakları var ve elbette bunu kullanmalılar ama bu anlaşmanın geri dönüşünün sadece burslarla ilgili olduğunu mu zannediyoruz?
Evet bu anlaşma temelde İsmet Paşa’nın, yurt dışına burslu öğrenci gönderme amacını taşıyordu ama bu anlaşmanın ve bu anlayışın dayattıkları -en azından son 15 yıla kadar- ülke gençliğinden çok şeyler alıp götürmüştür.
Öyle olmasaydı anlaşmanın uygulandığı ilk dönemlerde yine İsmet Paşa;
“Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim.
Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar.
Yapabilirler mi bunu? Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum.” Şeklinde serzenişte bulunur muydu?
Bu anlaşma gereği değil midir sivil de olsa birçok eğitim öğretim komisyonlarında yabancıların rol alması? Düşünün! Daha yakın zamana kadar İngilizler için utanç kaynağı olan “Kûtu'l-Amâre zaferi”ni müfredatımıza sokmaktan çekiniyorduk. Ve bunun gibi nice tarihi gerçeklikleri de es geçiyoruz. Bu noktada resmi tarihin dayattıklarına değinmiyorum bile…
Oysa Türk gencine millilik kazandıran da, feraset ve cesaret kazandırsan da gerçek Türk tarihi değil midir? O nedenle “Türk genci atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır.” Dememiş midir?
3- Diğer bir konu öğretmen motivasyonu..
Elbette eğitim öğretim gibi faaliyetlerin kutsallığı ve içten, severek yapılması gerekliliği tartışılmaz. Bunu uzun uzun cümlelerle hepimizin yıllarca duyduğu güzel, albenisi olan ve olması gereken söylemlerle anlatmak mümkün ama neticede kendisini ve ailesini bir eğitimciye uygun şekliyle geçindirmek de öğretmen için önemli.
Bunu ister özlük haklarının genişletilmesiyle -ki son yapılan çalışmalar bu yönde- ister maaşlarının eğitimciye yakışır bir yaşantıyı karşılayacak düzeyde iyileştirilmesiyle yapılsın hiç fark etmez ama motivasyon için önemli araçlardan biri olduğu unutulmasın.
Bunun yanında öğretmeni tıpkı 90’larda olduğu gibi veli ve öğrenci yanında daha ağır bir konuma yükseltmek ve öğretmeni bu noktada korumak da çok önemli. Maalesef son zamanlarda bu durum hiç de öğretmen lehine değildi. Özellikle bir çok okulda halen var olan şikayet kutuları,CİMER’in -öğrenci haklarını gözeterek uyguladığı- bu yöndeki ılımlı tutumu öğretmeni öğrenci ve veli karşısında biraz daha çekimser kılmaya yetiyordu.
4- Yeni eğitim öğretim döneminde “açık liselere geçişin zorlaştırılması” kararı yeniden gözden geçirilmesi gereken bir karar diye düşünüyorum. Evet, belki 11 ve 12. Sınıflara bu “zorlaştırma” uygulanabilir ama bunu tüm sınıflar için uygulamak çok da sağlıklı görünmüyor. Çünkü biz 12 yıllık zorunlu eğitimi uygulayan bir ülkeyiz.
Bu 12 yıllık zorunlu eğitimle herkesi ama herkesi lise ve üniversite mezunu yapma gayretimiz sonucunda yıllar geçtikçe ülkede ara eleman sıkıntısı daha belirgin bir şekilde kendini göstermeye başlıyor.
Bırakın örgün eğitime gitmek istemeyen gençlerimiz kendini iş olanaklarıyla geleceğe hazırlasınlar. Onları on sekiz yaşlarına kadar sıralara mahkum etmemizin hiçbir anlamı yok. Şimdiden ara eleman sıkıntısı kendini göstermeye başladı. Ve sıkıntı bununla kalsa yine iyi; Lise ve Üniversite mezunu bir gencin her işte çalışmayı kabul etmediğini de düşünürsek işsizliğin şimdiden hangi boyutlara geleceğini tahmin edebiliriz.
Öğrencinin nasıl yetiştirilmesine yönelik konuysa apayrı ve geniş bir konu ama bu konuya, J. Dewey’nin bir anısını paylaşarak değinip eğitimle ilgili başka bir yazımda daha geniş yer vereyim.
Bir gün Dewey ve küçük oğlu çamurlu suyun içinde yürüyordu. Dewey’nin yüzünde ne yapacağını bilmemenin acizliği okunuyordu. Onun bu halini gören arkadaşı “Çocuğu sudan çıkar John, yoksa üşütecek” dedi.
Bunun üzerine “Biliyorum biliyorum!” dedi Dewey. “Ama onu bu çamurlu sudan benim çıkarmamın bir faydası olmayacak”. “Onun bu çamurlu sudan çıkmayı arzu etmesi için ne yapmam gerektiğini düşünüyorum”
Kalın Sağlıcakla..