Başlığa baktığınızda “önce kendi halkına bak!” der gibisiniz.
Elbette ülkemin insanının içinde bulunduğu gerek psikolojik, gerekse ekonomik durumun farkındayım. Ama unutmayın ki biz gelişmiş ülkelerden değiliz henüz ve gelişmekte olan her ülke halkı için bu “umutsuzluk sendromu” zaman zaman yaşanan bir durumdur.
Gelişmekte olan ve özellikle bizimki gibi meşakkatli, emperyalist düzenbazlığın cirit attığı bir coğrafyada yaşayanlar için dayanıklılık, gelişmiş ülke halklarından çok daha sağlamdır. Bu sağlamlık elbette “hiçbir şeyin farkında olmamak ya da uysal koyun gibi..” anlamına gelmemeli. Bu sağlamlık; kültürün, inancın, geleneklerin ve vatan toprağına olan bağlılığın bir ürünüdür.
Bu inanç ve bağlılık bir de yöneticilere olan güvenle perçinleştiğinde, halkımızın üstesinden gelemeyecek zorlukları, sorunları olmaz. Bizim halkımızı Batı halklarından ayıran en temel özelliklerden birisi de budur. Ülkemizle ilgili sorunları bilahare ele alırız; başlığımıza dönelim biz.
Son birkaç yılda küresel bazda yaşanan olayların Emperyalizmin sömürü çarkına zarar verdiğini hepimiz görüyor, izliyor ya da okuyoruz.
Sömürü çarklarına vurulan her darbeyi derinden hisseden sadece ülke yöneticileri olmuyor, halkaları da artık bunu derinden hissediyor.
Zira bu ülkeler “gelişmişliklerini” çok büyük oranda sömürgelerine borçludurlar. Hiçbir şey üretmeseler dahi sömürgelerinden elde ettikleri gelir, onları yine de ayakta tutmaya yeterdi. “Yeterdi” diyorum çünkü artık o gelirleri kendi halkına harcamak isteyen “sömürülen toprakların vatanseverleri” seslerini duyurmaya başladı. Buna en yakın örnek tabi ki Nijer.
Sömürgelerini kaybetmekle karşı karşıya kalan Batı liderlerinin agresifliklerini kendi halklarının protestolarına karşı uyguladıkları baskıdan anlamak mümkün.
Mesela 2007-2017 arası dönemde AB’nin lokomotifi olarak bildiğimiz ve her alanda gerek Türkiye’den gerekse gelişmekte olan diğer ülkelerden “işçi” ithal eden Almanya bu dönemde “AB’nin hasta adamı” olarak nitelendiriliyor. Tabi ki “hasta adam”ın halkı da kendini yoğun bakımda hissedecekti ev öyle de oldu.
Nitekim geçen yıl binlerce Alman başkent Berlin'deki "Kızıl Saray" olarak bilinen belediye binası önünde hayat pahalılığını protesto ettiğinde alışılmamış bir müdahaleyle karşılaşmışlardı.
O dönem protestoculardan biri olan Sacha adlı genç kadın "Krizde, enflasyon içindeyiz.
Mutfak masraflarını nasıl karşılayacağımızı bilmiyoruz... En az beş yıl daha ailelerimizin yanında kalacağız zira kendi evimize çıkamıyoruz" diyerek umutsuzluğun fotoğrafını çekmişti adeta. Hani bizim toplumumuzdan farkları “dayanaklılık” dedim ya! İşte tem da bunu kast ettim zira ülkesindeki enflasyon sadece %10 civarındaydı.
Bunun yanında Almanya geçen yıl aldığı kararla gaz tüketimini yüzde 20 azaltmayı öngören yasayı da meclisten geçirmişti.
Allensbach Kamuoyu Araştırmaları Enstitüsü tarafından Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesi adına yapılan ankete göre, Almanya'nın önümüzdeki on yıl içinde iyi bir gelişme göstereceğine inananların oranı sadece yüzde 31 olmuştu.
Yüzde 39'u ülkenin 10 ila 15 yıl daha ekonomide liderliği koruyabileceğine inandığını belirtmiş; beş yıl önce bu oran yüzde 59 olarak kaydedilmişti. Sağlık sistemi de çöküşte olan Almanya’da sağlık alanındaki memnuniyetsiz yine bu araştırmaya göre %40’lara ulaşmış.
Bir diğer emperyalist ve yüzyılların sömürgeci ülkesi İngiltere’de durum daha da vahimdi.
2007’den bu yana en kötü ekonomik krizlerini yaşayan İngiltere’de sağlık sisteminin “çöküşün eşiğine” gelmesi halkı gelecek için kaygıya yöneltmişti. Öyle ki İngiliz gazetesi The Mirror “İngiltere Arafta” manşetiyle İngiliz ekonomisinin içinde bulunduğu buhranı gözler önüne sermişti.
Financial Times gazetesi ise 'İngiltere Merkez Bankası'ndan tahvil piyasasında krizi önlemek için 65 milyar sterlinlik müdahale' manşetini atmıştı. Geçen yılın sonlarında yaşanan bu “dramatik” durumlar artarak ve çözümsüzlükle bu yılda daha derin krizlere yol açtı.
Halkın geleceğe dair endişeleri onları tıpkı Alman halkı gibi sokaklara dökmeye yetti.
Londra'da binlerce kişi hayat pahalılığını protesto etmek için toplandı. Maaşlarının iyileştirilmesi için adeta yalvaran pankartları taşıyan halkın gösterisine “demokrasinin sahipleri”(!) tahammül edemedi tabi ve onlarca kişi gözaltına alındı.
Yüz binlerce öğretmen, doktor, memur ve metro çalışanını iş bıraktığı bu protesto döneminde (ki tarih 2023’ün Mart’ı) hayat adeta durdu. İngiliz Tabipler Birliği, açıklamasında "Bu hükümet sayesinde, hastaları kurtarmaktan çok kahve servisi yapabilirsiniz" diyor ve doktorların içler acısı durumunu madde madde anlatıyordu.
Zaten Korona salgını nedeniyle “kolonları hasar gören” İngiliz sağlık sistemi salgın sonrası tamamen çöktü. 20 saati bulan Ambulansa bekleme süresinin yanında yaşanan gecikmeler nedeniyle haftada 500 kişi hayatını kaybetmeye başladı. Ayrıca 200 bin öğretmenin iş bırakma eylemi yaptığı İngiltere’de eğitim sisteminin içinde bulunduğu durumu da anlatmaya gerek yok.
Zaten yıllar önce bu ülkede çocuklar üzerine yapılan bir atıştırmada çocukların yüzde 50’sinin mutsuz ve depresyonda olduğu biliniyordu. Şimdi o çocuklar biraz büyüdü ve “İngiliz gençliğini” oluşturdu. Ve şimdi gençlik daha da umutsuz..
AB’nin en güçlü iki ülkesinin durumunu anladıysak diğerlerini anlatmaya gerek yok elbette…
Son tahlilde; AB Halkı’nın içine düştüğü durum yeni bir sendromu beraberinde getiriyor; ”umutsuzluk sendromunu.”