20.Yüzyılın ortalarından itibaren dünya halklarına pazarlanan “küreselleşme” kısa sürede bir çok toplum tarafından satın alındı ve bu “ideoloji”nin nelere getireceği konusunda hiçbir endişe duyulmadı; duyulması için üzerinde düşünülmedi.
George Modelski’nin “küreselleşme dünyanın büyük medeniyetleri arasındaki artan bağlantının tarihidir ”şeklindeki şık(!) ir tanımdan hareketle çıkılan küreselleşme yolu son 10-15 yılda artık tıkandı. Çünkü bağlantının ve küreselleşme çabalarının sadece medeniyetlerin kültürel ve dayanışma yönüyle sınırlı kalmadığını herkes gördü; bu bağlantıların güç, kaba kuvvet, silah, ekonomik ve siyasi saldırılarla sağlanmaya çalışıldığını da..
Bereket aynı düşünürün “her döngü yaklaşık 100 yıllık bir süreye sahiptir ve her seferinde yeni bir hegemonik güç ortaya çıkar.” Şeklinde bir tezi de var da, susuzluk içinde kıvranan içimize biraz su serpiliyor.
Küreselleşme hiç de Paul Hirst ve Graheme Thompson’un “Küreselleşeme Sorgulanıyor”da yazdıkları gibi sadece “gündemi yakalama” olarak algılanmıyor ve algılanmadı büyük güçler tarafından. Özellikle tüm dünyayı tek bir küreye sığdırmaya çalsan Amerika tarafından hiç öyle algılanmadı ve algılanmıyor.
Siyasi düzlemde liberal demokrasi, iktisadi düzlemde piyasa ekonomisi ve kültürel düzlemde post modernizm safsatalarıyla gelişmekte olan devletlerin siyasetlerine prangalar vurulurken ekonomik anlamda iktidarları devirme cüretini gösteren birer “ekonomik daberci”ler “yaratmış” ve bu ciretkâların cefasını da halklar çekmiştir.
Tek bir küresel toplum idealiyle bu safsatayı hayata geçirilmesini savunanlar aslında bunun “Global Kapitlazim”den hiçbir farkının olmadığını insanlığa açık açık sunmaktan imtina ettiler. Global kapitalizmin de aç gözlülüğün getirdiği savaşlara ilhaklar ve sömürgeleşmeye çanak tutacağını da ya tahmin etmemişler ya da kendilerini küresel dünyanın merkezindeki çekim gücü olarak hayal edip bu olumsuzluğu gizlemişlerdir.
Aslında yakın tarihte Samuel Huntington gibiler bazı konularda yanıldıklarını ifade ettiler. Mesela Batı merkezli küreselleşmenin sancılarını dile getiren ilk kirşlerden biri oldu Huntington. Ama yine de içindeki “ütenci”kimliğinden sıyrılamayıp Amerikan kimliğini daha da güçlendirip herkesi bu kimlik etrafında birleştirmeyi savunmaktan kendini alamadı. Evet;her ne kadar bunu Amerika içi için düşündüyse de Amerika gibi bir çok etnik kökeni içinde barındıran ve aidiyet duygusundan uzak insanları bir arada tutmak da bir nevi “üstenclik”ten aşka bir şey değil. Yine de küreselcilikten belgeselciliğe geçişi gayet olumlu görülebilir.
Amerika’nın 1991’te itibaren SSCB ile “eşit güç” olmaktan çıkıp tek başına bir güç olarak varlığını sürdürmesi ve tek güç kalmaya devem etme arzusu Amerikan derin devletinin; küreselleşme başta olmak üzere liberalizm ,serbest piyasa veya kültürleri kaynaştırmayı içeren ama esasında Batı kültürünü empoze edilmesi anlamına gelen Post-modernizm gibi ideallerinden vaz geçmediğini Clinton, Bush, Obama gibi Amerikan başkanları döneminde gördük. Uluslararası sermayenin çıkarlarını korumak bu başkanlar döneminde her daim birincil görev olarak algılanmıştır.
Bu ideallerin küreselciliği sunuş şekli başkanların bağlı oldukları partilerin yöntemlerine göre değişebiliyor. Yani Cumhuriyetçi bir başkan bu idealleri gerçekleştirmede yumuşak kuvvet kullanırken Demokrat bir başkan kaba kuvvet kullanabiliyor ya da tersi..Ama her ikisi gizli açık vakıfların, derneklerin, lobilerin veya milyarderlerin oluşturduğu derin devletin bu ideallerine aykırı davranma lüksleri yok…