''Dünya halklarını tek bir dünya toplumu haline getirmenin sonuçlarıdır yaşadıklarımız....''
Kürselleşme (globalization) faydalarını sayın desem ağız tadıyla bir düzine fayda sayarsınız. Zararları konusunda çok kafa yormak istemeyiz. Çünkü nimetleri, zararlarından daha hoş gelir kulağa.
Nedir peki bu “küreselleşme” denen kavram?
Küreselleşmeden kast edilen, tüm dünya insanlarının siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan birbirine yakınlaşması ve bir bütün oluşturmasıdır.
Bu kavramın bu günkü anlamıyla kullanılması 4 Nisan 1959 tarihinde The Economist dergisinin kullanımı ile oldu. Macluhan 1962’de ilk kez “global village” yani “küresel köy” terimini kullanan ilk kişi oldu.
Başlangıçta kulağa hoş gelen bu içerik aslında günümüz sorunlarının temel kaynağıdır.
Terörün, açlığın, salgın hastalıklarının, bireysel cinayet ve hak gasplarının, kişisel psikolojik ve tüm patolojik olayların altında yatan neden küreselleşmenin geldiği noktadır.
En iyimser cümleyle; tüm bu olumsuzluklar, küreselleşmenin yan etkilerdir.
Çoğunuz iletişim ve sosyalleştirmeyi kolay bir hale getirmesinden ötürü küreselleşmiş bir dünyada yaşamanın mutluluğunu hissedebilir.
Ama temel sorun da bu değil mi zaten?
Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan travmaların, yine herhangi bir yerinde bir bireyin yakalandığı bulaşıcı bir hastalığın, dünyanın diğer herhangi bir yerinde yaşayanları fiziken ve ruhen olarak nasıl etkilediğini düşünürseniz ne demek istediğimi anlarsınız.
Her şeyden haberdar olmanın bilgi dağarcığımızı zenginleştirdiğini de düşünebilirsiniz.
Ancak aynı zamanda toplumların yaşadığı travmaların, duygularımızı incitip, ruhumuzu karamsarlığa, umutsuzluğa ittiğini, zaman zaman bir labirentin içinde kısır bir döngü misali gelgitleri olan bir ruh haline sahip olmamıza neden olduğunu hiç düşünmemişizdir.
Oldukça bencil bir yaklaşım olabilir bu anlatı. Haklı da olabilirsiniz; ancak bencilliğin yanında farkındalık oluşturup küreselleşme denen bu küre içindeki dolaşımımızı sınırlandırmamız gerektiği amacını taşıdığımı da aklımızın bir köşesinde bulundurmakta fayda var.
Kadim kültüre sahip toplumların dahi, kendilerine özgü geleneklerin, örflerin, adetlerin, kendilerinden daha “çağdaş” buldukları toplumlar karşısında eriyip yok olduğunu, zaman içinde özendikleri o toplumların kültürel yapısının birer yapay kopyası olduklarını acı şekilde görüyoruz.
Küreselleşme, bırakın bireysel ve kültürel alanları etkilemesini, devletlerin sahip olduğu ideolojilerin, hatta yönetim anlayışlarının değişmesinde dahi etkili olmuştur.
Örneğin 1980’lerde başlayan küreselleşme sonucunda 90’lı yılların hemen başında komünist ülkelerin entelektüel dünyasında gözle görülür bir değişim olmuş ve bu değişim, zaman içinde Gorbaçov gibi liderlerin aracılığıyla devletlerinin yönetimlerine yansımıştır; Sovyetler Birliği’nin dağılması da bu değişimin bir sonucudur; yani küreselleşmenin.
90’lı yılların başında eğer Komünist “Çin’de köylü pazarları kurulmuş”sa, “Moskova'da kooperatif restoranları ve giyim mağazaları açılmış”sa, “Japon mağazalarında Beethoven çalmaya” başlamışsa, rock müziği diğer kominform üyesi ülkelerde dinlenmeye başlanmışsa, bu, küreselleşemeye başlayan dünyanın, toplumları getirdiği noktadır.
Henüz demokrasi kavramıyla yeni tanışmış olan, yeni kurulmuş devletler, Batı’nın liberal demokrasisini benimsemek zorunda hissediyorlarsa kendilerini, bu da Batı liberal demokrasisinin “zoraki evrenselliğinin”, yani küreselleşmenin bir sonucu değil midir?
Demokrasiyi kullanmayı bilmeyen bizim gibi sonradan demokrasi kavramıyla tanışmış toplumlara Batı’nın liberal demokrasisini kısa zaman içinde çok iş yaparak benimsetmeye kalktığınızda, karşılaşacağınız sonuç, ekmeğini yediği devlete cahil cesaretiyle hakaret eden, devletin “demokratik” meclisinde devleti aleyhine iş gören birilerini derin nefes alarak sineye çekmek zorunda kalışınız olur.
Her yanı çukurlarla dolu bir coğrafyada kurulan devletimizde, adeta bir düzlemde kurulmuş Batılı ülkelerinin liberal demokrasisini, kendi toplumumuzun sosyolojik yapısına uygun kurallar getirmeden uyguladığımız içindir ki çukurların üstünü kapatmayı bir türlü başaramadık.
Karşılaştıklarımız, sadece liberal demokrasinin saf halini uygularken karşılaştığımız sorunlar değil.
Batı’nın kendine özgü liberal ekonomisini yine kendimize has kuralları koymadan benimsememizin getirdiği sorunlarla da karşılaşıyoruz.
Örneğin Liberal ekonominin getirdiği serbest piyasa ekonomisinde devletin fiyatlara müdahalesinin son derece sınırlı olduğu bir düzende tüketicinin haklarını koruyacak etkili kanunlarınız olmadığı içindir ki bu gün ciddi anlamda sıkıntılarla karşılaşıyoruz.
Küreselleşmenin hayat yolumuzun her kavşağında bizleri karmaşık bir yöne sürüklemesi nedeniyledir ki, bireysel ve toplumsal özgüvenimiz eksik, “onlar yapmış bize ne hacet!” anlayışıyla girişimci ruhumuz yaralıdır.
Her ne kadar küreselleşme, ülkeler ve toplumlar arası ilişkileri yaygınlaştırıp ideolojik ayrımlara dayalı kutuplaşmaları minimuma indirse de milli ve manevi değerlerin yitirilmesinde önemli bir role sahip olmuştur.
Dünyanın her hangi bir yerinde millî ve manevi değerlerimize ters düşen bir görüntü gördüğümüzde bir konuşma dinlediğimizde bir yazı okuduğumuzda, başlangıçta tüm bunlara gösterdiğimiz tepki zaman içinde tepkisizliğe dönüşüyor ve yine zaman içinde o gördüklerimizi, okuduklarımızı ve duyduklarımızı kanıksıyoruz. Bu durum küreselleşerek küçülen dünyada kendimize yaşanacak bir alan bulamamamızın bir sonucu olarak çıkıyor karşımıza.
7 Milyarlık dünya nüfusunu tek bir dünya toplumuna dönüştürme çabaları nedeniyle, dünyanın az gelişmiş ülkelerinde buna direnen insanları açlığa susuzluğa mahkum etmek, küresel canavarların küreselleşen dünyaya sahip olma arzularının ne denli vahşice olduğunu daima göstermiştir bize.
Gelişmekte olan ülkelerin yöneticilerine baktığımızda, “deregülasyon” ve özelleştirme uygulamalarıyla küçülttükleri ülkeleri yönetmek, sandıklarının aksine daha meşakkatli bir hal almıştır. Bu uygulamalarla adım adım devletin geleneksel işlev ve görevlerini ortadan kaldıran bir siyasetin devletleri nereye kadar küçülteceğini ve bu küçülmenin sonucunu kestirmek biraz zor.
Özellikle tek kutuplu bir küreselleşmiş dünyada, o kutuptaki gücün her alanda yaptıkları dünyanın geri kalan tüm devletlerin siyasetine, ekonomik politikalarına yön veriyor olması bize küreselleşmenin zararını yeteri kadar anlatmıyor mu?
Söz gelimi doların sahibi ABD’de yaşanan en ufak bir krizin az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere on kat daha derin bir kriz olarak yansıması bu küresel yapının en büyük handikaplarından biridir.
1929 Dünya Ekonomik Buhranı ’nın adeta tüm dünya insanlarını açlığa sürüklemesi, örneğin Almanya’da Alman Mark’ının sobalarda odun tutuşturmak için kullanılmasına yol açması bu handikabın en önemli örneğidir.
Oysa bu kriz ABD’de New York Menkul Kıymetler Borsası’nın bir Perşembe günü çökmesiyle başlamıştı. Kara Perşembe’nin tüm ülkelere kara günler yaşatması neyle açıklanabilir? Tabi ki küreselleşme ile...
Ekonomide küreselleşme, siyasette küreselleşme, diplomatik alanlarda küreselleşme ve daha kötüsü kültürde küreselleşme ile..