Türkiye’nin yüzde 98’inin deprem kuşağı altında olduğunu bilmeyen yok.
Adana’nın da içinde bulunduğu Doğu Akdeniz bölgesi ise üç kıta plakasının çarpışma noktasında yer alıyor.
Daha açık bir ifadeyle dünyanın en tehlikeli deprem coğrafyalarından birinin üzerinde yaşıyoruz.
Yakın zamanlarda yaşanan depremlerde yüzlerce hatta binlerce konut içlerinde yaşayan insanlar için beton tabutlara dönüştü.
Resmi kayıtlara göre 17 binin üzerinde insanın hayatını kaybettiği Marmara Depremi belleklerimizde hala “Sesimi duyan var mı” sözüyle yer edindi.
Günler boyu tonlarca betonun altında ölümle yaşam arasındaki çizgide yaşam mücadelesi veren insanlara tanık oldu Türkiye.
Acı büyüktü ama acıların paylaştıkça azaldığını bilen bir toplumduk. Tüm Türkiye seferber oldu acıları azaltabilmek için.
Ders almaya başlamıştık daha doğrusu ders alacak gibiydik.
Deprem şurası toplantı, yeni yasalar, yönetmelikler çıkarıldı.
Sonuç değişti mi?
Elbette ki, hayır.
Çünkü acıları paylaşabilecek duyarlılığa sahip olan toplumumuz aynı zamanda balık hafızalıydı.
Yani toplumsal belleğimiz anlıktı. Çabuk unutuyorduk.
Sonrasında yaşanan depremler, -örneğin Van depremi- yaşanan can ve mal kayıplarından ders almadığımızı bir kez daha gösterdi.
Marmara depreminin ardından deprem öncesinde ve sonrasında neler yapmamız gerektiğini öğrenmiştik, afet valizlerimiz bile hazırdı. Hepsini unuttuk, gitti.
Sahada hiçbir çalışma yapmayıp adının önünde unvanlar taşıyanların kestiği ahkamlara kandık.
Sonra öğrendik ki birinci derecede deprem riski altında bulunan Adana deprem bölgeleri haritasında bilerek ikinci ve üçüncü derece olarak gösterilmiş.
Elbette ki şaşırmadık.
Gündeme taşındığında ilgili çevrelerin ilgisizliği, duyarsızlığı da şaşırtmadı.
Çünkü insan hayatı çok ucuz bu ülkede.
Depremler dünya var oldukça meydana gelecek çünkü depremler dünyaya hayat veren doğa olaylarından biri.
Ya biz deprem gerçeğini kabul edeceğiz ve depremlerle barışık yaşamayı öğreneceğiz ya da doğa bizi cezalandırmaya devam edecek.
Tercih bizim yani bu dünya üzerinde yaşayan herkesin.