"Tarihimizin garip vakları" için , bu kez önce İkinci Mahmut’un silah yasağını getirdiği döneme uğrayalım:
Tarihimize bakıldığında yiğitliğin şanından gösterilirdi silah taşımak. Ancak günümüze yaklaştıkça tarih, silah yasaklarının yavaş yavaş gündeme geldiğini görürüz.
İlk önemli silah yasağı İkinci Mahmut zamanında getirilecekti. Buna sebep olan da bir devlet adamıydı. Halet efendi.
Kendisi padişahın “has mutemediydi”. Ancak onun kötü yönetimi Mora İhtilali’ni devletin başına bela etmişti. Rumların Müslümanları katlettiği haberi yayılınca ortalıkta;hükümet büyük bir hatalı karar verdi ve İstanbul halkının silahlanmasını istedi.Bu istek emir telakki edildi ve İstanbul halkı hızla silahlandı.
Bu silahlanma doğal olarak halkın kendisine can ve mal kaybı olarak geri dönecekti. Eşkıyalar daha biri cesaretlendi; zorbalar yağma edilecek dükkân, öldürülecek düşman aradılar.
“O devri yaşamış olanlardan Şani Zate Ataullah Efendi, meşhur tarihinde manzarayı «Ahvali Asitane» başlığı altında şöyle tasvir ediyor:
«Ötedenberi garip halleriyle tanınmış İstanbullular, bu sefer de, silahını bir nevi süs ve ziynet ve çocuk oyuncağı haline getirdiler Gece ve gündüz, mahalle aralarında, sokaklarda, iskelelerde, cami avluların da, hasılı her yerde ve boş yere, kestane fişeği gibi tüfek ve tabanca atmağa başladılar; İstanbul silah sesleriyle inleyip durdu ve silah sesinden, bir kaza kurşununa kurban olurum korkusundan kendileri de serseme dönüp perişan oldular.
Kaza kurşunu ile kimi anasını, kimi arkadaşım, zevce veya hemşiresini öldürdü; bu vesile ile hızla güruhu ise kasd-i menfaatle kan döktüler.
Bazı eşkıya sarraf evlerinin kapılarını kınp girdiler; böyle tecavüzlere uğrayanlar malını canına feda edip şikayette bulunamazlardı; Unkapanı tüccarından Hacı Halil Ağanın bir çuval içinde ve hammal sırtında sarrafına gönderdiği yedi bin beş yüz kuruşu Asmaaltında silahlı hamallar tarafından çevrilip yağma edildi.”
İstanbul kısa zamanda eşkıyaların rastgele silah kullandığı bir şehir oluverdi. Hal böyle olunca ilkin sokakta silah kullanma yasağı getirildi. Derhal Yeniçeri ağasına eşkıyaların ve dahi silah kuşanan sivillerin takip edilmesi emri verildi.
“Silah heveslilerinin uçan takımının bu devirdeki kıyafetleri de pek tuhaftı, bu kopuk ve külhani kıyafetlerinin en makbulü de Cezayir kesimi gemici esvabı idi: Ayakta ökçeli basık kırmızı sahtiyandan yemeni. ..
Ayaklar ve baldırlar çıplak ... Beyaz kısa düz çağşırı; belde kırmızı şal kuşak, sırtta beyaz dimi mintan ... Göğüs bağır açık ... Eğer varsa göğüs rerçimleri görünecek...
Başta Cezayir işi kırmızı keçe külah, üstünde oyalı grep ... Silah olarak mümkünse çifter çifter yatağan, hançer, tabanca ... Sağ omuzdan aşırtma atılmış kılıç... Gümüş ve altın saplı kamçı...
Kız saçından yahut hayvan perçeminden örülmüş altın ve gümüş halkalı köstek ... Bazı gençler de, bilakis, gayet geniş ağlı çağşır giyerler, sünnet çocukları gibi, çağşırlarının ağını tutarak yürürler; akıl ve iz'an sahipleri ise, bu halIere sadece acı acı gülerler idi.»”
Bir başka durağımızda, kalplere korku salan ancak kim oldukları neye benzediklerini bilemediğimiz cellatların kapısını çalalım. Biraz endişeyle biraz merakla…
Her devletin tarihinde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde de on binlerce suçlu veya masum insan, cellat pençesinde can vermiştir; kimi, işlediği cinayetin veya devlete ihanetinin cezasmı görmüş, kimi bir entrikanın, bir iftiranın, bir kinin kurbanı olmuş, kimi de kurunun yanı sıra yanmıştır; kimi bir kement veya satıda bir anda yok edilmiş, kimi işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülmüştür.
Her devlette olduğu gibi Osmanlı devletinin de resmi cellat teşkilatı vardı. Cellat başı ve diğer cellatların tamamı Bostancıbaşı’na bağlıydı. İdam emri bizzat Bostancıbaşı’na verilir ve oda hükmü vakit kaybetmeden yerine getirirdi.
Bu idamlarda Bostancıbaşı’nın bizzat kendisi her zaman bulunmazdı. Eğer önemli biriyseniz ve idama mahkum edilmişseniz Bostancıbaşı ile müşerref olurdunuz.
İdamlar suçlara göre farklı araçlarla gerçekleşirdi. Söz gelimi eğer siyasi bir mahkumsanız yağlı kement sizin için daha idealdi. Boğulduktan sonra kurtulduğunuzu zannetmeyin. Daha “şifre” denilen keskin bir ustura ile başınızın gövdenizden ayrılması işlemi var.
Başınız ayrıldıktan sonra ya “ibret taşı” denilen taşın üstüne konulur ya da Bab-ı hümayun’un önüne atılırdı.
Eğer hırsızlık gibi adi suçlara bulaşmışsanız, bu adi suçları işlediğiniz yerde asılırdınız. Neyse sizi aradan çıkaralım..
Askerlerin, yani sipahi veya yeniçerilerin, başları kesilir, cesetleri, ayaklarına taş bağlanarak denize atılırdı. Bazan da; mahkûma gizli malını söyletmek için, idamdan evvel herhangi bir suretle cellatlar eliyle işkence tatbik olunurdu.
Tabi idam olunacak için padişahın fermanı şarttı. Ferman gelmeden asla idam edilmezdi. Fermanın gelmesi için de suçun iyiden iyiye, belge ve ispatıyla padişahın ve Şeyh-ül islam’ın önüne serilmesi gerekirdi. Padişah bazen yetkisini kullanarak ferman çıkarmayabilirdi.
Mesela Sadrazam Rauf Paşa gibi ki, İkinci Mahmut: «0 'Genç ve güzel başa kallavi pek güzel yakışıyor kı• ,•aman!» diye idam fermanını vermemişti.
“işkence ile idamın üç korkunç şekli vardı: Çengel, çarmıh, kazık ... Çengel, İstanbul’da, Eminönü’ne idi; kalın kalaslardan yapılmış kale burcu gibi bir şeydi, bir adam boyundan yüksek yerine, muhtelif büyüklükte ve uzunlukta, başları yukarıya doğ;•u kıvrık ve sivri, keskin, bir tarak şeklinde bir sıra, kasap dükkanlarında olduğu gibi, çengeller konmuştu.
Mahkum ana doğması soyulur, elleri ayakları bağlanıp makaralı iplerle yukarı çekilir ve son••a birden bu müthiş çengellerin üzerine bırakılırdı; vücuduna saplanan çengeller bazen derhal öldürürdü, ekseriya da ölüm, müthiş acılarla uzun sürerdi.”
Çengel cezasına eşkıya, özellikle korsanlar çarptırılırdı.
Çarmıh cezası da vardı ve bu ceza eşkıyaya; bilhassa casuslara tatbik edilirdi.
On yedinci asır ortasında asi Abaza Mehmet Paşanın İstanbul’da tutulan casusları böyle idam edilmişlerdi. Kazık da, müthiş acılarla muhakkak öldüren bir cezaydı.
“On altıncı asır sonlarında, Bostancıbaşılardan Ferhat Ağa, bir defaya mahsus olarak bir de «top» cezası icad etmişti: Suçlu, genç bir yeniçeri idi. bir imamın nikahlı genç karısını kandırıp kaçırmış, kadının saçlarını keserek oğlan kıyafetine sokmuş, pervasızca bir müddet yanı sıra gezdirmişti. Üsküdar’da yakalandı. Tophaneye götürüldü.
Ferhat Ağa, ;engeli, çarmıhı, kazığı az gördü, delikanlıyı çınlçıp1ak soydurttu, bilek, dirsek, diz ve ayak mafsallarını demir çekiçlerle kırdırıp zavallıyı yağlı paçavralara sararak bir havan topunun namlusuna gülle gibi tıktırttı, sonra topu ateşleyerek havaya fır1attı, paramparça etti.”
Tabi her idamın cellatla olması diye bir şart yoktu. Mesela cellatsız olan idamlardan biri recimdi(taşa tutma).
Müslüman kadınlarının bu cezaya çarpıtılmaları gerekirdi ki, bütün imparatorluk tarihi boyunca, yalnız tek bir kadın, bu suçla suçlanarak, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadaretinde Sultanahmet’te, yılanlı sütun yanında recmedilmişti.
Osmanlı tarihinde en namlı cellatlar, On yedinci Asırda Kara Ali, onun yamağı Hammal Ali ve Kara Aliden sonra baş cellat olan Süleyman’dır.
Evliya Çelebi, Kara Ali'nin portresini şöyle çiziyor: «Bu kolun üstadı kamili Kara Ali’dir ki pazularını sıvayıp tigi ateş tabını kemerine bend edüp, sair işkence edecek aletlerini kemerine asıp, el ve ayak kıracak baltaları iki yanına takıştırıp, sair yamakları dahi aletleriyle kemerlerini süsleyip yalınkılıç merdane cümbüş ederek geçerler ki, neuzübillah hiçbirinin çehresinde nur kalmamış zehir adamlardır.»
Bir mahkûm cellada verildi mi, esvabıyla beraber üzerinden çıkan her şey cellatların olurdu; bu eşyalar toplanır ve senede bir veya iki defa büyük bir mezat ile satılır, tutar bedelleri cellatlar arsında taksim edilirdi. Buna «Cellat mezadı» denilirdi.
Paylaşım yapmanızı umarak bir başka garip vakalarda buluşmak dileğiyle..
Yorumlar
Kalan Karakter: