Canan GÜLLÜ,
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı…
O bir Kadın Aktivist olarak tanımlıyor kendini.
Bu yüzden, zaman zaman bazı erkeklerin, bir kısım medya ve siyaset mensuplarının hışmına uğrasa da; veya birbiriyle ve kendi içinde çelişen bazı tanımlamalara maruz kalsa da; O, kadını güçlendirmeye çalışan örgütlülüğe inanan bir aktivist, mağdurların yol arkadaşı, eşitlikçi kadınların idolü, istismar mağduru çocukların ‘Canan Abla’sı…
Onu tanımayanlar, bir insan böylesine zor bir işi, bu kadar uzun süre ve bu kadar başarıyla nasıl götürebilir ki diye düşünebilir. Tanıyanlar ise, bu tanımlama eksik kalmış, onunkisi bir adanmışlık hikayesi ve çok daha fazlası diyeceklerdir.
Üç kez ciddi anlamda ölümden dönmüş; uçak kazası, trafik kazası ve narkoz hatası gibi nedenlerle. Belki de bu yüzden, bu dünyada varoluş amacını çok derinden sorgulamış ve yaradılış gayesinin kız çocuklarını ve kadınları güçlendirmek olduğunu erken yaşta anlamış biri.
Ancak, gönüllü olarak bu konuda çalışmak istediğinde, henüz 20 yaşında olduğu için ciddiye alınmamış, müracaat ettiği derneğe üye olabilmek için bile, uzun yıllar bir hayli uğraşmış. Neticede, bu işi, kendinden büyük ve ilklerin kadınlarından öğrenmiş; azmiyle ve başarısıyla kısa sürede sevgi ve güvenlerini kazanmış.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ise; daha çocukken, annesinin memuriyet çevresinde eğitim imkânı olmayan kız çocuklarının okullaşması için toplanan yardımların gönderildiği sarı zarflara ulaklık ettiği zamanlarda anlamış. Bu eşitsizliğin yarattığı ayrımcılığı ve sonuçlarını tespit edebilmek ve çözümler üretebilmek adına bugüne kadar tam sekiz kez Türkiye’yi dolaşmış; ülkemizde, şiddetin her türünü ve cinsel istismar olan ensestin görünür kılınmasına çaba sarf etmiş.
Şiddetle mücadeleye katkı koymak için, 2007 yılında Hürriyet Gazetesi'nce kurulmuş olan Acil Yardım hattının işletmesini 2014 yılında Federasyonun devralmasını sağlamış; ve bu hat halen Federasyon tarafından işletilmekte…
Ayrıca Türkiye’nin tam 41 şehrinde, adeta bir acil servis gibi çalışan koordinasyon gruplarının organize olmasını sağlamış. Benimde içinde yer aldığım, bu gruplar, şiddet durumunda derhal harekete geçebilen, acil çözüm üretme gücüne sahip; Kamu, Üniversite, STK, yerel yönetim temsilcileri ve baroların kadın hakları temsilcilerinden oluşmakta…
Öncelikle, ABD Dışişleri Bakanlığı 'Uluslararası Cesur Kadınlar Ödlü'ne bu yıl sizi aday göstermişti; ve bugün yapılan açıklama ile ödülü sizin kazandığınız duyuruldu. Açıkçası çok gururlandık, sizi gönülden tebrik ediyoruz.
Uluslararası Cesur Kadınlar Ödülünü kazandığınızı duyduğunuzda siz ne hissettiniz?
Ömrünüzün yarından fazlasını harcadığınız örgütlü mücadelenizin görünür olması çok önemli. Bunu hissettirdi bana. Benim adıma ama kadın hareketinin çabasının görünürlüğünedir bu ödül.
Sizinle kadın hareketinin bu topraklardaki köklerine uzanmak istiyorum. Bazı kesimlerce Türk kadınının demokratik haklarını ciddi bir hak arayışı olmadan kolayca kazandığı ifade ediliyor. Bu tez, tarihi gerçeklikle örtüşüyor mu?
Kesinlikle örtüşmüyor. Kadınlar hiçbir hakkını kolay kazanmadı. Bu kadın hareketini, tam olarak kavrayamayanların ve bilmeyenlerin ileri sürdüğü bir tez.
Bu hakların kazanılması, 1850’li yıllardan itibaren Osmanlı ve Cumhuriyetin kuruluşu döneminde mücadele veren kadınların çabalarıyla oldu. Hiçbir hak kadına altın tepside sunulmadı.
Kadın hareketleri ülkemizde ne zaman başladı?
19. yüzyılda başladı. Avrupa’da ve Amerika’da olduğu gibi Osmanlı’da da modernleşme süreciyle birlikte gelişti.II. Meşrutiyet öncesinde yurtdışına giden kadınlar orada Aydınlanmacı düşünce ile tanıştılar ve şiirler, edebi eserler ve gazete köşelerinde makaleler yazarak dünyaya varlıklarını ispat etmeye, kadın olarak kimliklerini göstermeye çalıştılar. Bu dönemde bazı oluşumlar içinde yer alarak örgütlenmeye ve eşitlik mücadelesi vermeye başladılar. Osmanlı’da Fatma Aliye, Emine Semiye gibi aktif olarak kadın hareketi içerisinde yer almış öncü kadınlar vardı.
O dönemde kadınlar toplu eylemler yapıyorlar mıydı, yoksa bireysel tepkiler miydi?
Bireysel olarak da toplu olarak da mücadele ediyorlardı. Örneğin Osmanlıda 19. Yüzyılın başında İzmir’de ekmek fiyatlarının artışında yapılan mitingin öncüsü kadınlardı.
Aslında sonraki süreçte elde edilen kazanımları getiren şey, o dönemde kadınların yüksek öğrenimde yer alabilmek adına yaptıkları mücadelelerin sonucudur. Çünkü kadın hareketi, bu okullarda okuyan ve bilinçlenen kadınların toplumda yarattığı farkındalıkla yaygınlaştı.
Özellikle 1. Dünya savaşı sırasında cephe gerisinde sanayide ve temizlik işlerinde, posta ve telgrafhanelerde çalışmaya, sonra yine cepheye giden bürokrasideki erkeklerin yerine kamusal alanda çalışmaya başladılar. Böylelikle çalışma hayatına 1. Dünya savaşı sırasında girilmiş oldu.
Osmanlıda eşitlik mücadelesi veren kadınlar, kurtuluş savaşı döneminde nasıl bir tutum sergilediler?
Eşitlik mücadelesini, vatanı kurtarma mücadelesine dönüştürdüler. Hiçbiri madem ben erkeklerle eşit değilim, o halde evimde oturayım demedi. Kastamonu da ilk kadın mitingini düzenlediler, İstanbul’da ve diğer illerde halkı işgale karşı bilinçlendirdiler, cepheye erzak ve kıyafet taşıdılar. Cephenin gerisinde kalan çocukların ve yaşlıların her türlü geçimini üstlendiler. Hatta kadınların bazıları ‘artık kadın-erkek yok, istiklal vardır! ‘diyerek cepheye gittiler ve erkeklerle birlikte omuz omuza mücadele verdiler.
Bu mücadeleleri iyi analiz edebilen Mustafa Kemal Atatürk kadınlara yasal haklar sağlanmasına liderlik etmiştir. Kadın hareketi açısından Cumhuriyetin kuruluşu aşamasında Nezihe Muhiddin gibi çok önemli bir figür vardır. Ta o zamanlarda ‘Kadınların ayrımcılığa uğramaları biyolojik cinsiyetlerinden değil, toplumun kalıplaşmış bakış açısındandır’ diye düşünen bir kadın ve on üç kadın arkadaşına rastlıyoruz tarih sayfalarında.
Bu kadınlar, Cumhuriyet ilan edilmeden önce kadınların sosyal, iktisadi ve siyasi sahalarda gelişimini sağlamak için 1923’te “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurdular. Çalışmalarınada başladılar, ancak valilik sekiz ay sonra kadınların siyasi temsil hakkı yok gerekçesiyle partinin kurulmasına izin vermedi. Onlarda partiyi “Türk Kadınlar Birliği” derneğine dönüştürdüler.
Kadın hareketi Cumhuriyetin ilanından sonra nasıl bir yol izledi, neler yaptı?
Bu dönemde kadınların mücadelesi, medeni ve siyasi haklar haline evrildi. Kadınlar düzenledikleri toplantılarla örgütlenerek kadın hareketinin daha da toplumsallaşmasını sağladılar. Yürürlüğe konulacak Medeni Kanun komisyonunda görev alarak şeriata dayalı hükümlerin çıkarılması yönünde mücadele ettiler.
Kadın hareketi bu çalışmalarla Cumhuriyet döneminde tanınan haklara zemin ve temel oluşturdu. Bu çabalar sonucunda kadınlar, 1926’da Medeni Kanun’la resmi nikahla evlilik, boşanma ve miras gibi ekonomik ve sosyal haklarını elde ettiler, politik haklarını ise daha sonra, 1930’lu yıllarda alabildiler.
Ancak 1980 ihtilali döneminde, siyasi partiler gibi Federasyon dahil tüm derneklerde kapatıldı, kara bir dönem yaşandı.Kadın hareketi, 1980’lerde otoriter rejimin yeniden demokrasiye geçmesine de katkıda bulundu. O dönemde bir çok kampanya ve protestolar yapıldı. Toplu eylemlerin en büyüğü 1985 yılında onaylanan CEDAW Sözleşmesi’nin pratikte uygulamaya konulmasına yönelik başlatılan imza kampanyasıdır. Dört binden fazla kadının ıslak imzasının bulunduğu bu kampanya büyük yankı uyandırmış ve olumlu olarak sonuçlanmıştı.
Bu imza kampanyasının ardından yürütülen ilk büyük kapsamlı eylem ise ‘Dayağa Karşı Kadın Yürüyüşü’olmuştu. Bu yürüyüşün planlamasının temelinde 1987 yılında Çankırı’da üç çocuklu hamile bir kadının eşine boşanma davası açması ve Mustafa Durmuş adlı dava hakiminin ‘kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin’ açıklaması vardı.
Dernekler tekrar ne zaman kurulmaya başladılar?
Yasakların kalkması ve demokrasiye dönüş ile, Dernekler 1990’ların başında tekrar kurulmaya başladılar. Kadına karşı şiddetin artmaya başladığı yıllardır o günler.
Bu süreçte, şiddet dalga dalga büyümüş ve kadın hareketi bir çok eylem düzenlemiştir, örneğin kadınlar sokaklarda vapurlarda tacize uğramalarına karşı, mor iğne eylemini başlatmışlardır.
Kadına yönelik şiddet konusunda geçmişte neler yapıldı?
Ülkemizde kadına yönelik şiddetle alakalı ilk yasa 1998 yılında çıkarıldı. 4320 sayılı bu kanunun amacı, ev içinde kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve ortadan kaldırılmasıydı. Fakat‘Ailenin Korunması Hakkında Kanun’ adıyla çıkarıldı. Bu isimle çıkartılması nedeniyle, birçok kadın koruma kapsamı dışında kaldı; ve kanun şiddetin tanımına açıkça yer vermediğinden birçok şiddet vakasının önüne geçilemedi.
Eksikliklerine rağmen bu yönde bir kanun çıkartılmış olması önemli bir kırılma noktası değil midir?
Önemlidir tabi ki, çünkü aile içi şiddetin artık devlet tarafından bir sorun olarak görüldüğünün ve kabul edildiğinin göstergesidir.
Ancak 4320 s.k. birçok sorun barındırmaktaydı. Örneğin evlilik dışı ilişkilerde şiddet gören kadını korumamaktaydı.
Aslında, 2002 de iktidara gelen Ak Parti 2007 yılına kadar kadın erkek eşitliğini sağlamak için gerek muhalefetle gerek STK’larla, gerekse diğer kurumlarla iyi bir işbirliği sağladı. 2002 yılında çıkartılan Medeni Kanun ile, erkeğin aile reisi olduğu hükmü kaldırıldı. Mal rejimi değiştirildi, kadınları koruyabilmek için ‘Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi’ getirildi. Yine 2005 yılında yenilenen Ceza Kanunu ile, kadının tecavüzcüsüyle evlendirilmesine neden olan hüküm kaldırıldı. Töre saiki ve namus cinayetleri ayrımı kaldırıldı. 2006 yılında 17 sayılı Başbakanlık Genelgesi yayınlandı. Bu genelge, kadına karşı şiddetin önlenmesi hususunda kamu kurumlarına önemli görevler veriyordu. Müsteşarlıklara kamu kurumlarını takip yetkisi yüklüyordu. Bu genelgeyle esasında, hastalık teşhis edilmiş ve reçete yazılmıştı fakat kurumlar gereğini yapmadığı için, sonuç alınamadı. Kurulan ‘Danışma Kurulu’nda Federasyon olarak bizim de üyeliğimiz vardı.
Bizler, 2006'dan sonra çok kapsamlı şekilde şiddeti önleme çalışmaları yaptık. O dönemde 2007 yılında Adalet Bakanlığı kadına şiddetin 7 yılda, % 1400 arttığını açıkladı.
Peki bu artışa rağmen o dönemde olayın vahameti görülmedi mi veya görüldü ise neler yapıldı?
Kadın hareketi bunu görünür kılmak için çok çaba gösterdi. Bunun üzerine, 2008 yılında 4320 s.k.’un eksikliklerini gidermek için bir yönetmelik çıkartıldı. Yönetmelikte şiddetin tanımı genişletildi; şiddet mağduru kadınlara biraz olsun hareket alanı sağlandı fakat bu yönetmelik de ihtiyaçları karşılamakta yeterli olmadı.
O dönemde kadın hareketi olarak, TBMM’de Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu kurulması için tam 11 yıl çalıştık. Nihayetinde 2009 yılında kuruldu. Ancak son anda içine fırsatı eklediler, işlevsiz hale getirilmiş oldu. Fırsat, eşitler arasında arasındaki tercihtir. Eşitliğin olmadığı yerde, fırsat eşitliği sağlanabilir mi?
2010 yılında da, CEDAW sözleşmesi gereğince uyum yasaları çerçevesinde Anayasanın 10. Maddesine, kadın-erkek eşitliğini sağlamak için kadınlara pozitif ayrımcılık ilkesi getirildi. Ancak halen bu anlamdakayda değer bir şey yapılmadı. Dostlar alışverişte görsün.
İstanbul Sözleşmesinin yapıldığı süreci anlatabilir misiniz?
Daha önce iç hukukta karara bağlanmış olan ve AİHM giden Nahide Opuz dosyasıyla ilgili 2011 yılında mahkeme, tarihinde ilk defa yaşam hakkını koruyamayan T.C aleyhine tazminata hükmetti. Bu tazminat ve şiddet vakalarındaki artış üzerine ülkemiz, bu ayıbı örtmek için İstanbul Sözleşmesi’nin çalışmalarına başladı.
Avrupa Konseyi Başkanlığı o dönem bizdeydi. Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun önderliğinde Avrupa Konseyine kadına yönelik şiddetle ilgili uluslararası bir sözleşme yapılması teklif edildi. Çalışmalarda Prof. Dr Feride Acar, Akademisyenler, STK, Muhalefet ve iktidar birlikte çalıştı. Yani İstanbul Sözleşmesi tamamen yerli, tamamen millidir.
Bu arada, 2012 yılında şuan yürürlükte olan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun çıkartıldı. Ardından 2014 yılında İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girdi. Bu sözleşme şiddetle mücadele açısından altın standartlara sahip bir düzenlemedir. KYŞ’in, kadın/erkek eşitsizliğinin bir sonucu olduğu tespit edilerek hazırlanmıştır.
KYŞ’in, kadın/erkek eşitsizliğinin bir sonucu olduğunu İstanbul Sözleşmesi’nden çok daha önce, 1995 yılında BM 4. Dünya Kadın Konferansına katılan ülkelerin de tamamı açıklamıştı.
Nairobi’de yapılan BM 3. Dünya Kadın Konferansına da, Pekin’de yapılan bahsettiğim BM 4. Dünya Kadın Konferansına da, ülkemiz adına Sayın Bakanımız İmren Aykut katılmış ve bu iki konferansta alınan kararlara istinaden dönüşünde, bugün ki Aile Bakanlığının temelini oluşturan ‘Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünü’ kurmuştu.
Ancak ne yazık ki, halen kadın/erkek eşitsizliği noktasında bir ilerleme sağlanamadı. İstanbul Sözleşmesi’nin üzerinden tam 7 yıl geçti, hala sözleşmenin kaldırılmasını, eşcinselliği, ailenin, kutsallığını tartışıyoruz. Oysa, bu sözleşme şiddete maruz kalan kişilerin kim olduğuna veya ne olduğuna bakmıyor, sadece insan haklarını koruyor. İnsan hayatının değersizliği tartışılabilir mi?İçinde şiddet, ensest, istismar taciz, tecavüz olan bir aileye kutsallık atfedilebilir mi? 15 yıl boyunca Ensest çalışmış biriyim, bu tartışmaların iyiniyetli olmadığını net olarak biliyorum. Benim bildiğim aile, içinde huzur bulduğumuz ve güvende olduğumuz yerdir.
Şuan kadınlarla ilgili en önemli sorunlar nedir, sizce?
Kadınlar toplumda görünür değil, temsilde eşitlik yok, istihdamda yer bulamıyor, eşit işe, eşit ücret alamıyor. Kreşler ve yaşlı bakım merkezlerinin azlığı kadınları istihdamdan uzaklaştırıyor.
Ancak günümüzde en büyük sorun kadına şiddet meselesidir. Ülkemizde apaçık bir kadın katliamı yaşanıyor.
Buna rağmen, boşanma artıyor diye, 2016’da TBMM de Boşanma Komisyonu kuruldu. Oysa, şiddeti engellerseniz, ekonomiyi düzeltirseniz boşanma kendiliğinden azalır zaten.
Yine 2016 yılında TCK md. 103 dediğimiz erken yaş evlilikleriyle ilgili önerge verildi. Biz buna tecavüz önergesi diyoruz. Çocuk ve rıza kelimesi yan yana kullanıldı. Ayrıca Müftüye nikah yetkisi verildi. Kürtaj karşıtı uygulamalar derseniz, yaygın bir fiili yasağa dönüştü. Tüm bunlar büyük sorunlar yaratıyor.
Bir de Nafaka meselesi var. Kadınlarla ilgili diğer sorunlar çözülmeden nafakanın sınırlandırılması kadını alenen açlığa mahkum etmek demektir. Bu kabul edebilir bir şey değildir.
Kadına yönelik şiddetin azalması için yasal anlamda neler yapılmalı?
Kadına yönelik şiddetle ilgili, ceza kanununa özel bir hüküm konulmalı; şiddet vakalarında, saygın duruş indirimi ve haksız tahrik indirimi yapılmamalıdır.
Ceza infaz yasasındaki indirimlerin de, uygulanmaması yönünde düzenlemeler getirilmeli. Israrlı takip için ceza yasasında suç tanımı yapılmalı. Kadınlar boşandıktan sonrada uğradıkları şiddet durumunda da, evli kadınları tanımlayan maddeden yararlanmalıdır. Kadına şiddet bir insan hakları ihlalidir.
Günümüzde kadın hareketi ne durumda?
Kadın hareketi halen hemen her alanda mücadele ediyor. Çünkü sorunlar bitmiyor, artarak devam ediyor. Daha önceki yazılarınızda sizin de belirttiğiniz gibi kadınlar hala siyasette ve bürokraside, karar mercilerinde yeterince yer alamıyor. Ancak, günümüzde kadın hareketi eskisinden çok daha güçlü ve bilinçli.
Açıkçası bir dokundum, bin ah işittim :)) Peki son olarak kadınlara öneriniz nedir?
Haklarını bilsinler ve onlardan vaz geçmesinler. Eğitim can simidimiz. Bunun için toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanmalı ve ayrım yapılmadan eğitime tüm çocuklar ulaşmalıdır.
Tarihi bilmeyenler, bu mücadelenin veya sorunların kendisiyle başladığını sanıyor. Haklarını bilmeyenler, çözümsüzlük içinde kalıyor ve çoğunlukla daha ağır şiddet mağdurları olarak karşımıza çıkıyor.
Oysa bu mücadele Osmanlı’da başladı. Ben bir halkayım ve bu mücadelenin sadece bir neferiyim, bu neferlerin artması gerekiyor.
Ayrıca, kadın mücadelesini sadece kadınlar değil, tüm toplum takip etmelidir. Çünkü bu sorunlar sadece kadınların değil, toplumun meselesidir.
Unutulmamalıdır;
MÜCADELE KAZANDIR !