“Yazık senin nam-ü şanına.”
Bir düşman askerine 40 bin zayiat verip de savaş sonunda mağlup olmak kadar kötü bir netice yoktur sanırım padişahlar için. Hangi savaştan mı söz ediyorum. Salankamen Savaşı.
Duyanımız vardır muhakkak. Avusturya ile yapılan bir muharebe.
Sultan II.Ahmed 49 yaşında tahta çıktı. Tarihler 1691’i gösteriyordu. Birçoğumuzun da bildiği gibi Kutsal İttifak Savaşları tüm şiddetiyle devam etmekteydi. Sulan Ahmet kendinden öncekiler gibi olmayacağını söylemişti. Yani devlet işleriyle bizzat alakadar olacağını.
Terkedilen Divan toplantılarına ağırlık verdi ve haftada dört güne çıkardı toplantı vakitlerini.
Merzifonlu tarihe geçmek istemişti bundan 8 yıl önce. Ve öyle de oldu. Tarihe büyük bir yenilgi ve “İbret taşı”ın altına gömülü kellesi ile geçti.
Bu II.Viyana bozgunu faciasının kara bulutları halen Osmanlı askerinin üstünde dolaşırken bir de Kutsal İttifakla savaşmaya başlamışları. Bu savaşların cephelerinden biri de Salankamen’de cereyan ediyordu.
Merzifonlunun yerine geçen Fazıl Ahmet Paşa Osmanlı ordugâhına üç saatlik mesafeye kadar gelmiş olan düşmanla karşılaşacaktı. Ancak daha önce Kırım Hanı’ndan gelecek yardımı beklediler. Ancak gelmedi.
Vezir-i Azam Kethüda’sının ısrarı ile artık düşmana saldırma vaktinin geldiğine kani oldu sadrazam. Türk topçularının yoğun ve isabetli atışları düşman ordusunu dağıtıyordu. Ancak sayıca o kadar fazla idi ki Avusturya ordusu ölenlerin yerleri hemen dolduruluyordu. Savaşın o ana kadar uzun süre görülmemiş biçimde kanlı cereyan ettiğini, yerdeki pıhtılaşmış kanlar üzerinde atların nallarının bile kaydığını söyler görgü tanıkları.
Yakın tarihimizdeki Subaylar Savaşı misali bu savaşta yüzlerce yeniçeri bölük ağaları şehit oldu. Bunlar arasında yeniçeri ağası da vardı.
Avusturya ordusunu idare eden Prens Ludwing akıllıca bir hamle yaptı. Henüz savaşa sokmadığı binlerce askerini aşamalı olarak ön safta savaşan yorgun askerinin yerine koymaya başladı. Osmanlı ordusunda disiplin bozulmaya başladı. Ganimet toplama hastalığı da kendini gösterince Sadrazam durumun vahametini görüp askerini toparlamak için yoğun bir gayret sarf etti.
Son çare olarak da atını yalın kılıç düşman saflarına doğru Allah Allah nidalarıyla sürdü. Asker görmüştü bunu. Utandılar kaçmak üzereyken bu fedakârlık karşısında. Ancak toparladılar kendilerini kısa süre sonra. Düşman askerleri son bahar yaprakları gibi düşüyordu. Zafere doğru hızlı ve emin adımlarla ilerledi Osmanlı askerleri.
Ancak savaşın kaderini değiştiren bir şey oldu. Bu Osmanlı askerlerinin üzerlerinden atamadığı en büyük zaafı mıydı? bilemem ama savaşın kaderi bir kişinin varlığına veya yokluğuna bağlı olmamalıydı.
Sadrazam anlından vuruldu bir kurşunla ve yere yığıldı. Dirayetli devlet adamları gizlemek istediler bir süre. Tıpkı Sokullu’nun yaptığı gibi. Ancak kendini bilmez bir sipahi ağası bağırdı” serdar düştü serdar düştü” diye.
Osmanlı askerleri motivasyonunu kaybetti, karabulutlar yoğunlaştı tepelerinde. Disiplin bozulmuştu. Toparlayacak gayretli paşalar da yoktu. Dağıldılar. Tam da düşman askerlerini soluk yapraklar gibi düşürdükleri bir an dı. Öyle ki Avusturya ordusu kırk bin ölü vermiş Osmanlı askeri ise sadece 5 bin şehit vermişti. Ama Sedar-ı Ekrem’in düşmesi zaten ölerek eksilmeyen düşman ordusu karşısında bozgunu beraberinde getirdi. Asker geri çekilmeye başladı. Avusturya ordusu Osmanlı askerini takip edemedi. Verdikleri zayiat onların da moralini bozmuştu. Onlar için bu bir faciaydı aslında. Öyle bir facia ve moral bozukluğuydu ki ölülerini gömecek ne bir zaman ne de taakatları vardı. Öylece bırakıp çekildiler onlar da geriye.
Bu arada Tuna Kaptanı Mustafa Kaptan da Tuna Nehrinde düşmanı ezmiş sekiz yüz parça cephane ve küçük kayıkları ele geçirmişti. Evet yazımın girişi cümlesinde söylediğim gibi düşman askerine feci bir zayiat verip de yenilgiyle neticelenmesi bu savaşın, Padişahın canını çok sıktı.
Bozguna sebep olan Sipahi Ağası Ömer Ağa idam edildi. “Sultanım affet bir cahillik ettim” feryatları netice vermediği gibi Sultanı daha da öfkelendirdi. Öyle ya kendi kanından olanları bile kusurları nedeniyle içleri kan ağlasa da idam ettiren hanedan bunu mu affedecekti?
Kırım Hanından yardım talep edildiğini söylemiştim. Evet, geldi, geldi de savaş meydanında binlerce ölü Avusturya askerinden başka bir şey bulamadı. Hatta üst üste yığılmış düşman askerlerini görünce derin bir nefes aldı galip gelindi diye. Ancak çok geçmeden kötü haber verildi Han’a. Hem de Hatt-ı hümayunla. Şöyle yazmıştı Sultan Ahmet:
“ Sen ki Kırım Han’ı Saadet Giray’sın.Mukaddeme seninle ahd-ü misak,r’yi sevab,kavl-ü karar bölemiydi? Yazık senin nam-ü şanına.Asâkir-i İslam kullarım can ve başlarıyla din uğruna çalışıp niceleriyle veziriazam yeniçeriağam şehit olalar; sen, yedi, sekiz saatlik yerde bulunup imdada erişmeyesin.Murad etsen bu denlü mesafe sana gör ancak bir kamçılık yeridi.Gayreti İslam bumudur?”
Yorumlar
Kalan Karakter: