Geçmiş zamanlarda özlem, gurbet, hasret; insanın kalbinin en derin yerinde ağır ağır hissedilirdi. Bir mektup beklenirdi, bir selamın yolu gözlenirdi. O vakitler “özlemek” kelimesi, somut bir gerçeğin acısıydı. İnsan, yan yana olmanın kıymetini, ayrı kalmanın sancısını derinden yaşardı.
Bugünse garip bir çağdayız. Sanal dünyanın parıltılı vitrinleri, gönüllerimizi bir fantazinin içine hapsetti. Paylaşımlar, mesajlar, emojiyle süslenmiş duygular… Fakat işin özünde; varlığımızın da yokluğumuzun da fark edilmediği bir zamandan geçiyoruz. Bu, insan ruhu için belki de en ağır ıstıraplardan biridir.
Eskiden bir türkü söylerdi yürek: “Hasretinle yandı gönlüm”. Şimdi o türkü bile ağır yaralı. Yanı başında olduğun hâlde gurbeti yaşamak, aynı masada oturup aynı acıyı paylaşamamak, aslında en derin yalnızlık değil midir?
Artık gözünde tüten bir insanın kıymeti, bir fabrika bacasının tütmesinden farklı değil. Ruhsuz, sıradan, mekanik bir döngünün içine sıkıştık. Oysa insan, gönlünde tüten sıcaklığı, samimiyeti arar. Hasretin de özlemin de bir anlamı vardı, çünkü kalpler hâlâ yanabiliyordu. Şimdi ne kalpler yanıyor ne de o ateşin sıcaklığı hissediliyor.
Benim kanaatim şudur dostlar: Biz, sanal dünyanın büyüsüne kapıldıkça gerçek duyguların hatırası silikleşiyor. Göz göze gelmenin, el sıkmanın, aynı sofrada ekmek bölüşmenin yerini hiçbir ekran alamaz. Gurbette olmak sadece kilometrelerle ölçülmez; kalabalıkların ortasında yapayalnız hissetmek de gurbetin en koyusudur.
Belki de asıl mesele, kendimize şu soruyu sormakta gizli: “Gönlümüzde tüten özlem mi, yoksa ekranlarımızda tüten sahte ışıklar mı bizi ayakta tutuyor?”
Yorumlar
Kalan Karakter: